S-400 Sorununa
Kısa Bir Bakış
EDAM 18/06/2019
Rusya menşeli S-400 füze savunma sisteminin tedarikiyle ilgili süreç içinde
ülkemizin karşı karşıya kaldığı sınamalar ve sürecin nasıl bir seyir izleyeceği
son birkaç aydır yoğun tartışmalara ve ciddi bir bilgi kirliliğine neden
olmaktadır. Bütüncüllükten uzak, çeşitli spekülasyonlara zemin hazırlayan görüş
ve yaklaşımların, somut bilgiler temelinde farklı veçheleri itibariyle ele
alınmaları ve irdelenmeleri önemlidir.
Öncelikle sorulması gereken soru ülkemizin füze savunmasına ihtiyacı olup
olmadığıdır. Bu sorunun cevabı esasen 1990’lı yılların başında, özellikle ilk
Körfez Savaşına paralel olarak verilmiştir. Sekiz yıl süren İran-Irak savaşında
iki ülke arasındaki karşılıklı füze saldırılarının yol açtığı beşerî ve maddi
zararlar da hafızalarda yer almış, bölgenin adeta füzelerle kaynadığı açıkça
görülmüştür. Bu durum üzerine, ilgili devlet kurumları ülkemizin füze savunma
yeteneğine sahip olması gerektiği sonucuna varmışlar ve bu yönde çalışmalara
başlamışlardır. O günlerden bu yana ülkemizin füze savunma sistemi açığı
sürmektedir ve bu açığın kapatılması zorunludur.
Bunca tecrübeye ve çıkarılması esasen çoktan gerekli derslere rağmen kimi
çevrelerin olası füze saldırılarına karşı savunma sistemi yerine taarruzi
(seyir füzeleri) geliştirmeye odaklı kavram ve yaklaşımlara destek vermekle
yetinmeleri hazin ve özünde malul bir tabloya tekabül etmiştir. Halbuki hiçbir
ciddi ülke caydırıcılığını sadece taarruzi sistemler üzerine inşa etmez. Bu tür
taarruzi sistemler savunma sistemleriyle tamamlanıp, bütünleşmedikçe
caydırıcılık eksik kalır.
En temel ilkelerden biri, olası
bir savaş halinde ilk darbeyi yememenin önlemini peşinen almaktır. “Basra harap olduktan sonra”
harekete geçmek, zarara maruz kalıp saldırı vasıtalarına başvurmak iyi bir
reçete değildir. Savaş tarihi bunun acı örnekleriyle doludur.
Güvenlik ve savunmayla ilgili analizlerde ve herhangi bir askeri imkân veya
kabiliyet elde etmeye dönük tahlillerde başvurulması gerekli temel kavramlar
arasında tehdit değerlendirmesi ve önceliklendirmesi yapmak en önde yer
alır. Zamanında ülkemize yönelik olası balistik füze saldırılarının
Ortadoğu ve Rusya kaynaklı olabileceği hususunda devlet katında genel bir
mutabakata varılmış ve Türkiye’nin füze savunma yeteneği edinmeye matuf çaba ve
arayışlarında bu tehdit değerlendirmesi esas alınmıştır.
Esasen bu tehdit değerlendirmesi bugün itibariyle de büyük ölçüde
geçerlidir. Tehdit kaynakları yine aynıdır ve füze savunmamızın buna göre
geliştirilmesi tedbir gereğidir. Zamanında sözü edilen tehdit değerlendirmesi
ve önceliklendirmesine fikri katkılarda bulunup, bunu savunan kimi çevrelerin,
çeşitli nedenlerle, bugün farklı noktalara savrulması ve geçmiş devlet
tecrübesinden uzaklaşmaları ise gerçekten ibretliktir.
Tehdit değerlendirmesinden söz etmişken Rusya’nın bu bağlamdaki konumuna
değinmemek hatalı olur. Öncelikle, Rusya’nın 2014 yılında uluslararası hukuku
hiçe sayarak Ukrayna’nın bağımsızlığını ve egemenliğini açıkça ihlal etmek
suretiyle Kırım’ı işgal ve ilhak ettiği gerçeğini bir daha hatırlamak gerekir.
2014 Mart ayından bu yana Kırım’ın Rusya tarafından çok geniş ölçüde askeri
imkân ve yeteneklerle tahkim edildiği bir gerçekliktir.
Rusya, Kırım’a koyduğu balistik füzeler de dahil son derece gelişmiş
sistemlerle ülkemiz topraklarının tamamını kapsayan bir alana nüfuz etme imkânı
kazanmış, Suriye’de konuşlandırdığı sistemler ve iki ana harekât üssüyle ise
ülkemizi, askeri deyimle, güneyden de kuşatmıştır. Bu nesnel tablo, herhangi
bir askeri değerlendirmede görmezden gelinemez. Buna paralel olarak sözde ‘Arap
Baharından’ sonra Ortadoğu’nun geldiği nokta ve içinde barındırdığı
istikrarsızlıklar manzumesi de karşımızdadır. Bu da nesnel bir olgudur ve
tehdit değerlendirmesinde mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Doğumuz ve
Batımızdan gelebilecek olası risk ve tehditler de yapılması zorunlu analizlerde
ve elde edilecek silah sistemlerinin seçiminde herhalde duygusallıktan ve belli
ideolojik saplantılardan uzak kalacak yönde irdeleniyordur.
Her egemen ülkenin evvelemirde kendisine özgü milli bir tehdit
değerlendirmesi yapması olağandır ve zorunludur. Bunun ötesinde ilgili egemen
ülke yine kendi egemen kararıyla katıldığı ittifaklarda yapılan tehdit
değerlendirmelerini de gözetmek ve imkanlar ölçüsünde bu değerlendirmeleri
şekillendirmek ve bunlara katkı sağlamak durumundadır. Bu destek ve katkılarını
da egemen kararlarıyla hayata geçirir.
Ülkemiz, beğenilse de beğenilmese de NATO’nun tam üyesidir ve İttifakın
aldığı kararlarda ülkemizin de rızası ve imzası vardır. Bu açıdan bakıldığında,
özellikle 2014 yılında icra edilen Galler Zirvesi, 2016 yılında düzenlenen
Varşova Zirvesi, 2017 yılında Brüksel’de yapılan Liderler Zirvesi ve son olarak
2018 yılında gerçekleşen Brüksel Zirvesinde alınan kararları incelediğimizde ve
bu kararların alınma sürecinde yapılan hazırlık çalışmalarında bir yanda Rusya,
diğer yanda terörizm NATO’nun karşısındaki temel sınamalar ve tehditler olarak
tanımlanmıştır. Bu tanımlama, NATO’nun ortak tehdit değerlendirmelerine de
aynen yansımış ve ülkemiz tarafından da kabul görmüştür. Dolayısıyla, İttifak
savunma kavram ve tasarruflarını söz konusu iki temel tehdide göre
geliştirmektedir.
Burada dikkat çeken husus, 2016 yılında düzenlenen Varşova Zirvesi
Bildirisinin 78. Paragrafı ile 2018 yılında yapılan Brüksel Zirvesi sonunda
yayımlanan ortak bildirinin 31. paragrafında, bazı müttefik ülkelerin
envanterinde bulunan Sovyet döneminden kalma Rusya menşeli askeri mevcut
ekipmana bağımlılığın ulusal çabalar ve çok uluslu iş birliği vasıtasıyla ele
alınması gereksiniminin vurgulanmasıdır.
Bu tespite zemin oluşturan belgeler ise söz konusu Rus ekipmanın müttefik
ülkeler envanterinden tasfiye edilmesini hedeflemektedir.
Nitekim 2014 yılından bu yana;
§ Hiçbir müttefik ülke Rus yapımı
askeri malzeme tedarik etmemiş,
§ Ellerindeki mevcut Rus malzemeyi
ise envanterlerinden çıkarma veya bunları atıl kılma yoluna gitmişlerdir.
Sadece Bulgaristan elindeki eski nesil Mig uçaklarının motorlarını
modernize etmek üzere Rusya ile 10 milyon Euro tutarında bir anlaşma
akdetmiştir. Yunanistan ise Girit’te konuşlu S-300 bataryalarının bakımını 2013
yılında Rus uzmanlara yaptırmış ve bu uzmanlara test atışları yaptırmıştır. Öte
yandan, S-300 bataryaları Girit’te depoda tutulmakta ve sahaya
çıkarılmamaktadır.
Geçmişte Varşova Paktının üyesi olan Merkezi ve Doğu Avrupalı müttefiklerin
elindeki Rus menşeli sistemler de ya atıl halde ya da tasfiye sürecindedir.
Dolayısıyla, birkaç NATO müttefikinin envanterinde Rus yapımı sistemlerin
bulunduğunu öne sürerek, NATO’nun ülkemizin de onayı dahilinde Rusya ile
ilişkilerinin geldiği mevcut ortamda S-400 füze savunma sistemi tedariki için
tüm müttefikleri ikna edici argüman bulmak zordur ve tarafımızdan kullanmaya
müsait argümanlar İttifak bünyesinde geçerli bulunmamaktadır.
2014’ten bu yana yapılan tüm Zirvelerde ortak noktalardan biri de
müttefiklerin kullandıkları sistemlerin NATO standartlarına uygun olarak
birlikte çalışmaları gereksiniminin ana kriter olarak benimsenmiş bulunmasıdır.
Bu yönde alınan kararların altında ülkemizin de egemen imzası bulunmaktadır.
Ülkemizdeki kimi çevreler, yukarıda sözü edilen Zirvelerde Rusya’ya karşı
İttifakın bir yandan savunma ve caydırıcılık sağlarken, diğer yandan diyalog ve
angajman yükümlülüğüne işaretle, dolaylı da olsa, S-400 meselesini bu
perspektife kaydırmaya çalışmaktadırlar. Kimse Rusya ile diyalog ve angajman
gereksinimini yadsımamaktadır.
Öte yandan, bu silah sistemlerinde angajmana girmek anlamına gelmemektedir.
Bu çevrelerin, İttifak bünyesindeki çalışmalarda meselenin ortak savunma ve
caydırıcılığın nasıl sağlanacağı ve bunun için ne yönde tedbirlerin esasen
alındığı ve öngörüldüğü hususunu da etraflıca incelemelerinde fayda vardır.
Dolayısıyla, konunun İttifak bağlamında çarpıtılmaması önemlidir. Bu tür hassas
konular havada tüylerin uçmasına yol açacak şekilde kamuoyu önünde salt iç
siyasi mülahazalar uğruna tartışılmaz. Tartışılması yönünde bir tercih
yapılırsa bugünkü çıkmaz sokağa varılır.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus NATO’da 2010 yılı Lizbon Zirvesini
takiben hava ve füze savunma kavram ve tasarımının entegre edilmesi yönünde
alınan ve tabiatıyla ülkemizin de katılımıyla aldığı açık karardır. Kısacası,
İttifak içinde hava ve füze savunması ayrı ayrı değil, bir bütün halinde
görülmektedir.
Bu çerçevede, entegre bir mimaride yer alan tüm müttefik ülkelere ait hava
ve füze savunma sistemleri elde ettikleri verileri milli merkezler
aracılığıyla, subaylarımızın da görevli olduğu Torrejon/İspanya’da bulunan ana
NATO radarına aktarmakla mükelleftir. Buna, Kürecik/Malatya’da konuşlu NATO
radarı da dahildir ve bu radar aynı zamanda Romanya’da bulunan ve Polonya’da
kurulmakta olan Aegis füze savunma sistemlerini de beslemektedir. Bu bütüncül
hava/füze savunma mimarisinde birbirlerine bağlı ve uyumlu unsurlar vasıtasıyla
koruma ve kapsama alanı en geniş coğrafyayı içerecek şekilde belirlenmiştir. Bu
savunma sistemi denizde konuşlu Aegis kabiliyeti bulunan gemilerle de
desteklenmektedir.
Hasılı, buradaki temel amaç yerel değil, tüm alan savunmasını sağlamaktır.
Yerelle sınırlı koruma ve kapsamanın, çeşitli ekonomik kısıtları bulunan bir
ülkenin genel savunma ve caydırıcılığında yeri ise tartışmalıdır. Bu
tartışmanın, geç de olsa, bugün itibariyle ülkemizdeki bazı kesimlerce
yapılıyor olması yerindedir. Ancak, bunun için maalesef geç kalınmıştır.
NATO, esasen NATO dışı sistemlerin alınmasını engelleyen bir yaklaşım
içinde değildir. Buna mukabil, tedarik olunacak sistemlerin NATO sistemleriyle
uyumu ve karşılıklı çalışabilirliğinin doğrulanması zorunludur. Füze
sistemlerinde sertifikasyon sorumluluğu ABD ve Fransa’ya aittir. NATO dışı
sistemler dendiğinde ise akla S-400 gibi stratejik silahlar gelmemektedir.
Özellikle Rusya ile ilişkilerin bu denli gerildiği bir dönemde 2014 yılı
sonrasında Rusya’dan stratejik nitelikte bir silah sistemi alınması herhalde
kimsenin aklına gelmemişti. Bununla birlikte, 2013 yılının son çeyreğinde
ülkemizde bir Çinli firmayla füze savunma sistemi tedarik edilmesi müzakerelerine
başlama kararı alındığında da yoğun tartışmalar yapılmış, rotanın bilahare
S-400’lere dönmesi üzerine Obama Yönetimince çeşitli sözlü ve yazılı
girişimlerde bulunulmuştu.
Dolayısıyla, önümüzdeki meseleyle ilgili süreci sadece Trump Yönetimiyle
sınırlamak ve bunu son birkaç aya indirgemek gerçek bir yanılsama ve yanıltma
olur. ABD Savunma Bakanı Shanahan’in 6 Haziran 2019 tarihli mektubunu da esasen
uzunca bir süre önce başlayan sürecin içinde okumak uygun olur. Bu gözlem,
içeriği elbette kabul edilemez, diplomatik nezaket ve teamülle bağdaşmayan
Shanahan mektubunu ne meşru ne de haklı kılar. Her hal ve karda mesele ele
alınırken, Obama işbaşındayken ABD tarafınca yapılan ve Trump yönetiminin
izlediği çizgiye mesnet oluşturan ülkemiz nezdindeki birçok girişimin de
yakından irdelenmesinde fayda vardır.
Düşünülmesi gerekli bir diğer konu da Patriot ile S-400 karşılaştırmasıdır.
Bu karşılaştırma hatalıdır. S-400’lerin birtakım teknik özellik ve
yeteneklerinin Patriotlardan üstün olduğu birçok ABD’li uzman tarafından da
teslim edilmektedir. Bu durumda S-400’ü ABD’nin orta ve yüksek menzilde etkili
THAAD sistemiyle karşılaştırmak daha doğru olur. Örneğin, Hindistan ABD ile
yürüttüğü müzakerelerde, orada da tartışma yaratan S-400 tedarik süreci
bağlamında Patriotlarla birlikte THAAD konusunu gündeme getirmiştir. Bu
müzakerelerin ne yöne evirildiğinin de yakından izlenmesi önemlidir.
Son bir husus, yukarıda özetlenen analizden doğru sonuçların çıkarılması
gereğidir; zira, ülkemizde maalesef çok çabuk yaftalanma riski vardır. Buradaki
amaç, ülkemizin açık ihtiyacı olan füze savunma sisteminin mutlaka ABD’den
temin edilmesini savunmak değildir. Zaten, temin ve tedarik fiillerini
kullanmak da hatalıdır. Burada önemli olan husus, halen devam eden süreci daha
önce devlet katında belirlenen temel altı kriter ışığında yürütmek ve bu altı
kriteri esas almaktır. Bunlar arasında en başta gelen kriterler ortak üretim,
teknoloji transferinin kapsamı ve milli savunma sanayii firmalarımızın bu ortak
üretimdeki pay oranıdır. Milli savunma sanayii derken geçmişi olan, müesseleşme
yolunda mesafe kat etmiş, kurumsal geleneklere sahip güçlü ve bu alanda önde
gelen firmalar kastedilmektedir.
ABD-Türkiye ilişkileri her zaman inişli çıkışlı bir yol izlemiştir ve çoğu
kez özellikle bölgemizle ilgili meselelerde iki ülke yaklaşımlarını
bağdaştırmak ve uzlaştırmak zorlu sınamalara, hatta kopmalara sahne olmuştur.
Gelinen mevcut aşamada da karşılıklı hatalar zinciri sonucunda ilişkiler sırat
köprüsünden geçmektedir.
Bu çerçevede, S-400 meselesine dair tercih ve tartışmalarda kanaatimce
Rusya ile akdedilen anlaşmada;
§ Teknoloji transferi konusunun
nasıl ve hangi ölçüde ele alındığı,
§ Yerli firmalarımızın sistem
bileşenlerinde ortak üretimde bulunup bulunmayacağı,
§ Ortak üretimdeki payımızın oranı,
§ Ortak üretim için gereksinim
duyulacak sistem modifikasyonlarına Rus tarafının hangi miktarda izin vereceği
veya verip vermediği gibi halen belirsizliğini koruyan hususlar mevcuttur.
Bu başlıklarda operasyonel nedenlerle tümüyle olmasa bile kamuoyuyla paylaşılabilecek
ölçülerde açıklık getirilmesi kuşkusuz yarar sağlar ve tartışmaların daha
sağlıklı yapılmasına zemin hazırlar.
Bu temel konulardaki belirsizlikler sürdüğü sürece ve ABD ile çeşitli
alanlarda önümüze çıkan çok ciddi meselelerin kısa vadede aşılamayacağı
gerçeğinden hareketle, ülkemize gönderilseler de S-400 bataryalarını sahada
konuşlandırmak yerine, uygun bir mahalde bulunacak bir depoda muhafaza ederek
evvelemirde milli ihtiyaç ve önceliklerimizi karşılayacak ve, geçmişte Stinger
projesinde olduğu gibi, gelecekte milli füze savunma sistemimizi hayata
geçirmeye yönelik bir sürecin temellerini behemehal atmaya başlamamız daha
uygun olacaktır.
Bu çerçevede, ABD, Rusya ve Çin’in yer almayacağı bir konsorsiyum dahilinde
ilk aşamada gerçekten ortak üretime imkân sağlayacak, milli savunma sanayii
firmalarımızın geniş ölçekli iştirakiyle bu alanda uzmanlık ve tecrübe
kazanmasına kapıyı açacak üçüncü bir yol vakit geçirmeksizin tercih
edilmelidir. Bu tercih, bizi çok yakın vadede karşılaşılması kuvvetle
muhtemel birçok zorluklardan koruyabilir.
Bu itibarla, gelinen aşamada adeta rafa kaldırıldığı izlenimi veren, hatta
sözü bile pek edilmeyen EUROSAM’in ürettiği SAMP-T füze savunma sistemi
programına öncelik ve ağırlık verilmesi, ileride milli füze savunma mimarimize
zemin hazırlayacaktır. Bu koşullar çerçevesinde, EUROSAM konsorsiyumu ile olan
bağlantılara biran evvel ivme kazandırıp, geliştirilmiş SAMP-T füze savunma
sistemini hayata geçirecek yönde adımların hızlıca atılması daha doğru bir
tercih oluşturacaktır.
Bu tercihe yönelindiği takdirde, füze savunma alanında tecrübe sahibi olan
Güney Kore ve Japonya ile de dirsek teması kurulması fayda sağlayabilir. Söz
konusu bu üçüncü alternatifin hayata geçirilmesi için de elbette ticaretimizin
neredeyse %60’ının yapıldığı Avrupa ülkeleriyle ilişkilerin sağlam ve sağlıklı
tutulması; bu ilişkilerin ülkemizin itibar ve güvenilirliğinin Cumhuriyet
geçmişimizden devraldığımız vazgeçilemez nitelikteki miras doğrultusunda en
kısa sürede restore edilmesi ve bu temelde ilerletilmesi kuşkusuz önem arz
etmektedir.
Fatih CEYLAN
Emekli Büyükelçi, Türkiye’nin Eski NATO Daimi Temsilcisi
No comments:
Post a Comment