Thursday, December 14, 2017

Türkiye-AB ilişkilerinde yeni dönem: Macron-Gabriel inisiyatifinin anlamı ne?


ÖZLEM KAYGUSUZ*
Geçtiğimiz hafta Türkiye-AB ilişkileriyle ilgili iki olay, kamuoyunun ve medyanın ilgisini kısmen çekmesine rağmen, aslında çok daha önemli gelişmelerin habercisi olarak üzerinde durulması gereken olaylardı.
Reklam

Bunlardan birincisi, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un 30 Ekim’de AİHM’de yaptığı konuşmada, Türkiye ve Rusya’nın Avrupa’ya demirlemiş iki ülke olduğunu, her ikisiyle de siyasal diyalogun mutlaka korunması gerektiği vurgusuydu ki, ana akım medya tarafından, Türkiye’nin Rusya ile aynı kefeye konmuş olduğu yorumlarıyla, dudak bükülerek, ekşi bir tonda kamuoyu ile paylaşıldı.
Herhalde bu ana akım yorumcuların bekledikleri şey, iktidar partisi ileri gelenlerinin meseleyi – yine bildik üsluplarıyla- iç siyaset malzemesi yapıp geçiştirmeleriydi. Ancak böyle bir şey olmayıp, Macron’a bu tür bir yanıt verilmediği gibi, yine geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmesinin ardından oldukça gergin açıklamalar yapan Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in, 5 Kasım Pazar günü Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile Antalya’da görüştüğünü öğrendik.
Kamuoyunun önceden haberdar olmadığı ve ‘zorlu konuların’ ele alındığını öğrenebildiği bu görüşmenin sürpriz bir şekilde gerçekleşmesi ve içeriğinin paylaşılmaması, kuşkusuz yorumlayamayacağımız anlamına gelmiyor. Biraz daha geriye giderek ve AB’de neler olduğuna bakarak, bu iki gelişmenin gelecek dönemde Türkiye-AB ilişkilerinin nereye doğru evrilebileceğine dair önemli ipuçları verdiğini düşünüyorum. Bu iki gelişme bize, Türkiye ile AB arasında yeni bir dönemin başlayacağını ve ilişkilere yeni bir siyasal çerçevenin de çizilmekte olduğunu gösteriyor.
Türkiye-AB ilişkileri ve özellikle de Türkiye-Almanya arasındaki ilişkiler 15 Temmuz’dan bu yana, darbe girişimine verilen tepkiler, Avrupa’daki seçimler, Türkiye’deki anayasa referandumu süreci ve OHAL uygulamalarıyla belirlenen çok ciddi ve derin bir kriz içinde.
İlişkilerin temel meseleleri olan üyelik müzakereleri, mülteci krizi, yasadışı göç ve terörizm konularındaki siyasal işbirliği ve gümrük birliği konularını tamamen geri plana iten ve sekteye uğratan bu kriz elbette sürdürülebilir değildir ve her iki tarafa da ciddi sıkıntılar yaşatmaktadır.
Ancak AB ve genel olarak Batı ile krizin Türkiye iç siyasetinde işe yarıyor olması, referandum sürecinde ve sonrasında da devam eden kutuplaştırıcı siyasetin en önemli payandalarından biri olması ve elbette ki AB üyeliğinin bir dış politika amacı olarak hükümet nezdinde hiçbir öneminin kalmamış olması gibi nedenlerle, Türkiye tarafından bu krizin aşılmasıyla ilgili bir adım beklemek pek mümkün değildir.
İlişkilerin düzeltilmesinin tek nedeni ekonomik olabilir ki, zaten bugünkü tabloyu esas olarak buna borçluyuz. Gerek AB tarafında gerekse Türkiye’de, hem gümrük birliği düzenlemelerinin bir an önce yapılması, hem de genel olarak tüm ekonomik/ ticari ilişkilerin istikrarının korunması için, iş dünyası/sermaye kesimi bir süredir yoğun çaba içerisinde. Özellikle Avrupa iş dünyası, hemen her sektörde çok önemli bir ihracat ve ithalat pazarı olan Türkiye’nin kaybedilmemesi ve daha da önemlisi Trump Amerika’sının Avrupa’ya küresel ölçekte açtığı ekonomik savaşta Türkiye’yi de yanına çekmemesi için ciddi çaba gösteriyor. Aynı hassasiyet ve yoğun çabanın, Türkiye iş dünyasında da olduğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla son dönemdeki yumuşama ve diyalog emarelerinin bu beklenti ve baskıların bir sonucu olduğu söylenebilir.
Ancak resmi biraz genişlettiğimizde, bu sürecin tarihsel bağlamının esas olarak AB içinde bir süredir devam eden ve artık belirli bir netliğe kavuşmaya başlayan ‘AB’nin Geleceği’ tartışması olduğunu görürüz. Daha somut olarak ifade etmek gerekirse, AB ülkeleri 2007’den bu yana yaşadıkları ekonomik krizin onuncu yılında ve Brexit gibi bir deneyimin ardından, artık Birliğe yeni bir siyasal hedef belirleme noktasına gelmiş görünüyorlar.
Gerçekten de Avrupa entegrasyonunun tarihsel ilerleme izleğine geri dönmekte olduğunu iddia edebiliriz; özellikle Macron’un uzun zamandır beklenen, Avrupa vizyonuna sahip yeni lider olarak AB’yi tekrar şu rotaya yerleştirmeye çalıştığını görüyoruz: Entegrasyonun sürdürülmesi ve ilerletilmesi için net siyasal hedefler belirlemek ve bu hedeflere ekonomik araçlarla ulaşmaya çalışmak.
AB tarihinin en büyük genişleme dalgasının ardından, zamanın Alman Dışişleri Bakanı ancak daha da önemlisi bir Avrupa siyasetçisi olan Joschka Fischer’in 2005’de yaptığı şu saptama, bugünkü AB liderlerinin neden harekete geçtiklerini de bize anlatıyor: ‘Avrupa entegrasyonu durmaması ve yeni siyasal hedeflerle sürekli ilerletilmesi gereken, ancak bu siyasal hedeflerini ekonomik yöntemlerle bir ileri aşamaya taşıyan bir projedir.’
Bu çerçevede, Roma Antlaşması’nın 60. Yıldönümü nedeniyle Junker Komisyonu’nun 1 Mart 2017 tarihinde açıkladığı, ‘Avrupa’nın Geleceği Üzerine Beyaz Kitap’, 27’ler Avrupa’sının 2025’den önce gerçekleştirmek üzere kendisine koyabileceği hedefler ve muhtemel senaryoları tartışıyordu. [1]
Dolayısıyla Avrupalı liderlerin zihinlerinde ve AB kulislerinde bu senaryolardan birinin ya da bunlara benzemeyen bambaşka bir senaryonun şu anda olgunlaşmakta olduğunu ve bu doğrultuda adımlar atıldığını görmek gerekir. Birlik tarihinin en kritik dönemecindedir ve önümüzdeki on sekiz aylık süreçte somut sonuçlar ortaya çıkacaktır. AB’nin geleceğini, küresel rekabetteki yerini güçlendirecek şekilde yeniden tasarlaması bugünkü AB seçkinlerinin önündeki en mühim meseledir; zira 2005’deki Avrupa anayasası tartışmalarından bu yana, bu tür bir siyasal hedef konamamıştır. Dahası, 2007’den beri bazı Avrupa ülkelerini iflasın eşiğine getiren finansal kriz nedeniyle tamamen dağılma olmasa bile, Brexit’in de gösterdiği gibi ciddi bir çözülme tehdidi altındadır.
Türkiye bu gelecek tartışmalarının odağında yer almasa bile, oldukça önemli bir konu başlığıdır. Ancak bu önemine rağmen, özellikle 15 Temmuz sonrası süreçte Türkiye ile ilişkilerin ciddi bir siyasal krize savrulduğunu, Merkel liderliğinin ilişkileri mülteci meselesinin yönetimine indirgediğini, Türkiye’nin giderek otoriterleşen yönetiminin adeta bir ve yatıştırma –appeasement- siyasetiyle idare edildiğini ve farklı Avrupa kurumlarının –özellikle Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi’nin- farklı tutumlar belirlediğini gördük. İşte Macron ve Gabriel’in bu yeni insiyatifini, Türkiye konusunu Birliğin geleceği tartışması içinde ele alma sürecinin başlangıcı olarak görmek mümkündür. Diğer bir deyişle, Türkiye ile siyasal diyaloğun düzeltilmeye çalışılması, Türkiye’nin önemine vurgu yapılması, ekonomik ve güvenlik alanlarında Türkiye’ye muhtaç olunduğunun bir göstergesi değildir. Türkiye’ye Avrupa’nın geleceğinde nasıl bir yer verileceği konusunun, bu iki liderin önderliğinde nihayet masaya yatırılmış olduğunun göstergesidir.
Gerek Avrupa sermayesinin talep ve baskılarının, gerekse acil işbirliği konularının bu çabalara bir itki verdiği doğrudur. Ancak, esas olarak önümüzdeki on sekiz ay içinde Türkiye ile ilişkilerin yeniden tanımlanacağı bir sürecin başlamış olması da kuvvetle muhtemeldir.
Bu aşamada beklenebilecek en iyi gelişme, Avrupalı liderlerin artık inatçı Türkiye karşıtlarının arkasına saklanmaktan vazgeçmeleri ve Türkiye’nin yeni Avrupa içindeki konumuna dair net siyasi uzlaşmalar oluşturmaya çalışmalarıdır. Türkiye’de ve Avrupa’da farklı siyasal kesimlerin uzun zamandan beri dile getirdikleri, Türkiye’ye karşı dürüst olunması ve gerçekçi bir izleğin oluşturulması talebinin yaşama geçirilmesiyle ilgili böyle bir girişim, Türkiye’de sadece iktidarın değil, muhalefet ve sivil toplumun, demokratik güçlerin yakından takip etmesi gereken bir süreçtir. AKP ileri gelenlerinin yine iç kamuoyuna yönelik olarak ‘ahlaksız teklif’ olarak adlandırdıkları yeni model arayışları bu tür siyasal söylemlere hapsedilerek geçiştirilmemeli, kamusal bir tartışmaya dönüştürülmeli, neden bu noktaya gelindiği tartışılmalı ve bir siyasal fatura da kesilmelidir. Tabii bu ne kadar mümkün olur, bu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak dış politikanın gündelik kararlarla yürütülemeyecek bir alan olduğu böylece bir kez daha net bir şekilde görülmektedir.
Peki bu yeni modelle ilgili olarak elimizde hangi bilgiler var, ya da resmi nasıl okumak gerekiyor? Bir kere öncelikle vurgulamak gerekir ki, Macron ve Gabriel, 2015’de henüz her ikisi de ekonomi bakanı iken ‘Avro Alanı’nın geleceği üzerine yayımladıkları rapordan[2] bu yana, Avrupa siyasetinde yeni(lenmiş) bir Alman-Fransız eksenini temsil etmekteler.[3]
Bugün Türkiye ile diyaloğun Merkel yerine Gabriel ile sürdürülmesinin, Erdoğan ve Merkel arasındaki gerginlikle de ilgisi olabilir.
Ancak, Gabriel’in daha etkin bir figür olarak ortaya çıkması, muhtemelen şu anda siyasal pazarlık konusu olan katılım öncesi mali yardımlardaki kesinti, Almanya’nın ‘FETÖ’ ve PKK meselelerindeki tutumu, tutuklu Alman vatandaşları, yine Almanya’nın Türkiye’ye uyguladığı silah ve askeri teknoloji satışı kısıtlamaları, mülteci antlaşmasının uygulanması, vize serbestisi gibi konuları aşan bir durum gibi görünüyor. Bir yandan Türkiye ile daha sert, kesin ve açık bir diyaloğun kurulması gerektiğini ifade eden Macron, aslında Türkiye ile dürüst ve ahlaki bir ilişki kurulması anlayışını ortaya koymuş durumda. Diğer yandan iki ülke arasındaki oldukça yüksek tansiyona rağmen, siyasal diyaloğu devam ettiren Gabriel’in tutumu da, Fransa ve Almanya’nın bu sorunları gündelik olarak değil, yeni bir ilişki içinde ele alacaklarını gösteriyor. Her durumda, müzakerelerin durdurulmayacağını, bunun Türkiye iç kamuoyunda çok olumsuz karşılanacağının da farkında olduklarını görüyoruz.
O halde geriye ne kalıyor? Maalesef, Türkiye için son derece olumsuz olan, şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: Macron’un AİHM konuşmasında, bizim ana akım medyanın dudak bükerek geçiştirdiği, Türkiye- Rusya eşleştirmesi, tesadüfi bir ifade değildir. AB, Türkiye ve Rusya gibi, siyasal sistemleri giderek otoriterleşmekte olan çevre ülkeleri için, bu ülkelerin sivil toplumlarına sınırlı bir demokratik dönüşüm desteği vereceği, hükümetleri ile de ekonomi ve güvenlik alanlarında işbirliği yapabileceği bir komşuluk modeli geliştirmeyi gerçekçi bir hedef olarak koymuş görünmektedir. Türkiye’nin üyelik müzakereleri yürüten bir ülke iken, fiili olarak böyle bir konuma gerilemesi kuşkusuz çok olumsuzdur ve geri döndürülemeyebilir.
AB’nin nihayet Türkiye’ye karşı dürüst olmaya böyle bir konjonktürde karar vermiş olması tarihi bir talihsizlik olmakla birlikte, bu konudaki tarihi sorumluluk da mevcut hükümete aittir.
[1] https://ec.europa.eu/commission/sites/beta-political/files/white_paper_on_the_future_of_europe_en.pdf
[2] https://www.theguardian.com/commentisfree/2015/jun/03/europe-france-germany-eu-eurozone-future-integrate
[3] http://www.eurozine.com/rethinking-europe/
*Yrd.Doç.Dr.
Ankara Üniversitesi, SBF,
Uluslararası İlişkiler Bölümü

No comments:

Post a Comment