Atatürk’ün güzel sanatlara ilgisi ve verdiği önem, sözleri dışında uyguladığı kültür ve sanat politikalarıyla da izlenebilir. Atatürk, çocukluğundan itibaren sanata ilgi duyan ve sanatın bazı dallarıyla çok yakından ilgilenen, sanatı seven, sanatçılara değer veren ve destekleyen bir devlet adamıdır. Mustafa Kemal, içinde yetiştiği Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenleri arasında kültürel etmenlerin de önemli bir rol oynadığını görmüştür. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, en önemli sorunun, bilim, sanat ve teknoloji alanlarındaki gerekli insan gücünün sağlanması olduğu gerekliliğinin farkındadır ve bunun aşılması inancındadır. En çok üzerinde düşünüp araştırma yaptığı dönemin başında 1789 Fransız Devrimi vardır. Fransız Devrimi sosyal hayattan dine bakışa; çağdaş cumhuriyetlere yönelik bir baskı açısının temelini oluşturan siyası bir yapılanmadan, bireysel özgürlüklerin ön plana taşındığı yeni bir hukuk anlayışına kadar, aydınların ve halkın el ele vererek yeni toplum ve devlet anlayışını geliştiren bir büyük itici güç olarak Dünya’ya taze bir model sunmuştur.
Atatürk sanatı; “haksızlıklara, yanlışlara, vb. olumsuzluklara karşı çıkmanın bir aracı”, sanatçıyı da; “her insandan önce hisseden, düşünen, yargılayıp doğru kararı verebilen ve bunu sanatı ile anlatan kişi” olarak değerlendirmiş, aynı zamanda sanatı, “insanlara yüksek duygu ve düşünce ufkunu kazandıran eylemler bütünü”, sanatçıyı da, “yüksek duygu ve düşünce ufku yetisini kazanmış, bunu yaşantısına katarak, aynı yetilere sahip olmayanlara aktarabilen kişi”olarak tanımlamıştır. Atatürk, sanatın medeniyet alanındaki gücünü, sanatçıların sahip olabileceği bir duyarlılıkla hissetmiş ve bundan dolayı sanatı, “medeni uluslar yanında yer alabilmenin bir aracı”, sanatçıyı da “kendinde ve milletinde var olan yüksek insanlık vasıflarını sanatı aracılığıyla tanıtan kişi” diyerek yüceltmiş; sanatı, “estetiğin ve güzelliğin bileşiminden oluşan kuralların tümü”, sanatçıyı da “estetik ve güzellikleri diğer insanlara sunan kişi”, biçiminde nitelendirmiştir.
Güzel Sanatlar Alanında Yapılan Reformlar
Sanat alanında devlet bursuyla eğitim almak üzere Avrupa’nın ileri merkezlerine yetenekli gençleri seçerek göndermek ve oralarda yetişmelerini sağlamak, Osmanlı Dönemi’nde de varolan bir politika olup, Cumhuriyetin birinci kuruluş yıldönümünde yeniden başlar. 22 kişilik ilk öğrenci kafilesi 1924 yılı sonbaharında yola çıkar. Bu kafiledekilerden ikisi Almanya’ya geri kalanı Fransa’ya gönderilir. Fransa’ya gönderilen 20 kişinin içinde 5 ressam (Cevad Dereli, Refik Ekipman, Şeref Akdik, Mahmut Cuda, Muhittin Sebati), 2 müzikçi (Ekrem Zeki Ün, Ulvi Cemal Erkin) olmak üzere farklı sanat dallarından sanatçılar bulunmaktadır.[1] Sanayi Nefise Mektebi Alisi, başlangıçta bugünkü gibi olmayıp, plastik sanatlar ve mimarlık bölümünden oluşmaktaydı. Eğitim sistemi Paris Ecole Nationale Superieure Des Beaux-Arts’ından esinlenmiş ve Avrupa’ya gidecek sanatçı seçimi de bu okulun “Prix de Rome”’una benzeyen bir uygulama şeklinde yapılanmıştı. Resim ve Heykel bölümlerinden her yıl ancak birer öğrenci mezun edilir ve bunlar Devlet tarafından Avrupa’ya gönderilirlerdi. Avrupa’da bunların eğitimi için başlıca iki merkez seçilmişti. Paris ve Münih…
Cumhuriyet döneminin başlarında, plastik sanat dalları için yönetmeliğin bu hükmü işletildi. İlk kafilede heykeltıraş yoktu. Bu sırada Ratıp Aşir kendi parasıyla Paris’te çalışmalarını sürdürmekte idi. Yurda döndü ve 1925’te açılan Avrupa sınavını kazanarak tekrar Paris’e gitti. Böylece, Ratıp Aşir, Cumhuriyet döneminde Avrupa’ya giden ilk heykelci oldu. O’nun ardından sonraki yıllarda Hadi Bora, Zühtü Müritoğlu ve Nusret Suman gönderildiler. 16 Nisan 1929’da yürürlüğe konan, 1416 sayılı kanun yurt dışında yetiştirilmek üzere gönderilecek gençlerle ilgili yeni hükümler getiriyordu. Ancak bu kanun 2. Dünya savaşı nedeniyle özellikle heykel konusunda uygulanamadı. Atatürk birçok ressamla tanışmış onlarla yakın dostluklar kurmuştur. “Büyük Sanatçı” olarak nitelediği İbrahim Çallı’yı defalarca sofrasına davet etmiştir. Mihri Müşfik Hanım ise, en sevdiği portresini yapan ressamdır.
Mustafa Kemal sanatçının neyi nasıl yapması veya yapmaması konusunda herhangi bir baskı veya tavır koymazdı. O’nun kafasındaki sanatçı, dokunulmazlığı olan özgür kişiydi. Cumhuriyetin onuncu yılında Anadolu’ya “Yurt Gezileri” adı altında ressamlar gönderilmeye başlandı. O yıl yapılan resimler, Ulus’ta (1947 yılında yanan) eski Maarif Vekaleti binasının çatı katında “Türk İnkılap Sergisi” adı altında sergilendi. Açılışını bizzat Atatürk’ün kendisinin yaptığı sergide, saatlerce kalarak tüm resimleri dikkatle incelediği, Sergi’de İbrahim Çallı’ya; “Efe hiç böyle örtü üzerine oturur mu?” ya da “Nerede bu üçünün (efeler) atları?” gibi sorularla[2] ilgisini gösterdiği bilinir. Atatürk sanatçıları, şevkle çalışmaları için motive ederdi.[3] Sergilerdeki eserlerin satın alınması için çevresine önerilerde bulunurdu. İstanbul’dan sonra Başkent Ankara’yı sanatçıların uğrak yeri haline getirmiş, 1929’lardan sonra da sanatçılar buraya yerleşmeye başlamışlardır. Bu sanatçıların açtığı atölyeler ilgi görmeye başlamış, kente yabancı heykeltıraşlar çağrılmıştır.[4]
Bu dönemde Yarışmalar düzenlenerek, binalara sanat yapıtları girmeye başlar. Caddelerin ve Meydanların sanat yapıtlarıyla, heykellerle donatıldığı görülür ve sanat sergileri başkentte birbirini izlemeye başlar. Bütçesi 198 milyon iken, 1927 de 4. Ankara sergisinde “Maarif Vekaletinin aldığı 34 tablo karşılığı 2300 TL. ödenmiştir. Bu günkü bütçeyle oranlarsak 3 trilyon eder[5] ki o günkü şartlarda önemli olan bu rakam, sanata verilen önemi göstermektedir.
Atatürk ömrü boyunca her fırsatta sanata ve sanatçıya yakınlığını en açık şekilde ortaya koymuştur. 1919’da Ankara’da yerleştiği bağ köşkünün oturma odasında Molteke’nin alçıdan bir büstü ve Bonaparte’ın aynı büyüklükte bir heykeli vardır.[6]
Kültür ve sanat alanındaki temel düşüncesi, yüksek düzeydeki zengin Türk kültürünü ve sanatını herkese ispat etmek amacıyla kültür ve sanat adamlarını her zaman korumuş, kollamış ve onların çalışmasına destek olmuştur. Sanat ve kültür adamlarını yetiştirecek kurumlar açmış, bu maksatla yurtdışına eleman göndermiştir. Ona göre güzel sanatlarda başarı, bütün inkılâpların başarıldığına dair bir kanıttır. Atatürk; “Güzel sanatlarda başarı, bütün inkılapların başarılı olduğunun en kesin delilidir. Bunda başarılı olamayan milletlere ne yazıktır. Onlar, bütün başarılara rağmen medeniyet alanında yüksek insanlık vasfıyla tanınmaktan daima yoksun kalacaklardır.”[7] diyerek, güzel sanatlarda başarılı olmanın ne kadar önemli ve gerekli olduğunu belirtmiştir. Yine mecliste, “Efendiler… hepiniz mebus olabilirsiniz; hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız.” sözleriyle onları onurlandırmıştır.
Atatürk’ün her şeyden önce bir birey olarak sanata ne kadar yakın durduğunu bize en iyi anlatan verilerden biri de “Eğer matematiğin üzerinde durduğum kadar şiir ve resmin üzerinde dursaydım, Harbiye’de dört duvar arasında kapanıp kalmazdım. Mehtaplı gecede okuldan kaçıp buraya gelir şiir yazardım. Sabahleyin ortalık aydınlanır aydınlanmaz da resim yapmaya başlardım”[8] sözleridir. “Sanat, güzelliğin ifadesidir. Bu ifade sözle olursa şiir, nağme ile olursa musiki, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık olur.” demiştir. Atatürk, sanatı, devletin görevleri arasına alarak ona gelişme yollarını açmış, güzel sanatların eğitimi konusundaki engellerin kalkması konusundaki uğraşları, sanat çalışmalarına yepyeni ufuklar açmıştır. Atatürk’ün yeni bir devlet inşa etme aşamasında, toplumu yönlendirerek adeta bir sanatçı ruhuyla gösterdiği çabalar, Heykeltraşın alçıya, mermere, taşa döktüğü emeğin benzeridir. Atatürk’ün ülkesi ve toplumu için verdiği uğraşlardan biri de, Anadolu’da bir taşra merkezinden milyonluk bir başkent yaratma tutkusu ve çabasıdır ki bu bir ressamın tuvaline aktardığı çizgi ve motifler kadar ince bir zeka ürünüdür.
Atatürk Türk Milleti’nin sanatsal geçmişine de sahip çıkmış, 1937 yılında Resim ve Heykel Müzesi’ni açmış, Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemin sanatsal ürünlerini aynı çatı altında toplamıştır. Atatürk sanatı, yaptığı devrimlerin bir tamamlayıcısı olarak kabul etmiştir. Kurumsallaşmaya ve ekip çalışmasına önem vermiş, müzisyenlere gruplar kurunuz diyerek ekip çalışmasına yönlendirmiştir.[9] Sanatın, dünyada insanları birbirine bağlayan, ortak noktalarda buluşturan bir değer olmasından dolayıdır ki Atatürk, Onuncu Yıl Söylevinde “Şunu da önemle belirtmeliyim ki, yüksek bir insan topluluğu olan Türk milletinin tarihsel niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Onun içindir ki, milletimizin yüksek özyapısını, yorulmaz çalışkanlığını, yaratılıştan kavrayışını, bilime bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, ulusal birlik duygusunu durmadan ve her türlü araç ve yöntemlerle besleyerek geliştirmek milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün insanlıkta gerçek dirliğin sağlanması yolunda kendine düşen görevini yapmakta başarıya eriştirecektir.[10]”. Başka bir deyişinde ise “İnsanlar olgunlaşmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki, resim yapamaz, bir millet ki heykel yapamaz, bir millet ki, tekniğin gerektirdiği şeyleri yapamaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur” [11]. Bir başkasında ise “Sanatsız kalan bir ulusun, hayat damarlarından biri kopmuş demektir” diyerek güzel sanatları ön plana çıkartmıştır. 11.4.1930 günü, Türk Ocağı tiyatrosunun açılışı nedeniyle, Ankara’da Marmara köşkünde sanatçılarla birlikte bulunduğunda da sanatçıları öven sözlerini tekrarlamıştır.
Türk halkının güzel sanatların önemli kollarından resim ve heykeltıraşlıkta da ilerlemesi için Cumhuriyet döneminde tüm Türk ressamlarının, Kurtuluş Savaşını, Cumhuriyet ve inkılapları resmetmelerini sağlayarak, milli birliğin sanat alanına yansıması hedefine ulaşmıştır. Tüm Türkiye’de heykel ve anıt dikilmesine başlanması da, onun getirdiği yeniliklerden biridir. Büyük Önder’in bu çalışmaları sonucu, Türkiye’de resim ve heykel sanatı önemli ölçüde gelişme kaydetmiştir.
Batı anlayışlı resim eğitimi Osmanlılara ancak onsekizinci yüzyıl sonlarında gelmiştir. Güzel sanatlarla ilgili ilk yüksek seviyeli okul ancak 1883’de Sanayi-i Nefise Mektebi adıyla açıldı. Cumhuriyet döneminde, 1926’da açılan Gazi Eğitim Enstitüsü’nde bir resim bölümü faaliyete geçirildi.1927 Sanayi-i Nefise Mektebi, Güzel Sanatlar Akademisi’ne dönüştürüldü. Resim öğrenimi için Avrupa’ya öğrenci gönderildiği gibi yabancı hocalardan da yararlanıldı. Ressamların resimlerini sergileyebilmeleri için Resim ve Heykel Müzesi açıldı. Devlet daireleri Atatürk resimleri ile süslendi. Resim yarışmaları düzenlendi. Devlet binalarına sanat eserleri konulmaya başlandı.
Heykel alanındaki çalışmaları; Atatürk döneminde heykel alanında yapılan çalışmalar adeta ihtilal niteliğindeydi. Daha önce inançlar nedeniyle heykel yapımı yasaklanmıştı. Gerçi, 1883’de açılan Sanayi-i Nefise Mektebi’nde heykelcilik bölümü mevcuttu ama ciddi bir gelişme imkânı bulunamamıştı. Cumhuriyet’le birlikte durum değişti. 1923’de Bursa’da kendisine abideler hakkında soruya Atatürk’ün verdiği cevap, yeni rejimin konuya bakış açısını netlikle ortaya koyar: “Dünyada medenî, ileri ve olgun olmak isteyen herhangi bir millet mutlaka heykel yapacak ve heykeltraş yetiştirecektir. Abidelerin şuraya buraya tarihî hatıralar olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu iddia edenler din hükümlerini gereği gibi araştırıp tetkik etmemiş olanlardır… Aydın ve dindar olan milletimiz ilerlemenin vasıtalarından biri olan heykeltraşlığı ilerletecek ve memleketimizin her köşesi ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıralarını güzel heykellerle dünyaya ilân edecektir.” Bu konuşmadan üç buçuk yıl sonra, ilk Atatürk heykeli Gülhane Parkı’nda Sarayburnu’nda açıldı. Bunu Ankara’da Ulus’taki Zafer Anıtı (1927), Afyon Zafer Anıtı, Samsun Atatürk Anıtı gibi eserler takip etti. Bu eserler Avusturyalı sanatçı Krippel’e aittir. İtalyan heykeltıraş Canonica ise, Ankara Etnografya Müzesi Atlı Atatürk Heykeli, Ankara Zafer Alanı Atatürk Anıtı, İstanbul Taksim Cumhuriyet Anıtı, İzmir Atatürk Heykeli gibi eserler ortaya koydu. 1930’lardan sonra Türk Heykeltıraşların çalışmaları ön plâna çıkmaya başladı 1937’de Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümünün başına Alman Hoca Belling getirildi.[12]
Bölüme bir canlılık ve yeni görüş açıları kazandırarak ünlü heykeltraşlar yetiştirdi. Mimarlık alanında bu dönemde, iki farklı devir göze çarpmaktadır. 1908’lerde başlayan Millî Mimarlık akımı 1927’e kadar etkili olmuştur. Akımın öncülüğünü yapan Kemalettin ve Vedat gibi mimarlar, yeniden imara başlanan Ankara’da, eski Türk mimarlığından esinlenen elemanlar kullanarak bazı eserler meydana getirdiler. Atatürk, Türk Milleti’nin sahip olduğu en görkemli yapının milli birlik ve beraberliğin merkezi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin olması gerektiğini belirtmiş ve TBMM binasının çağdaş ve estetik olması için gerekli tüm adımları atmıştır. Bu bina için yurtdışından özel mermerler dahi getirtilmiştir. Türk mimarlarına maddi ve manevi büyük destek veren Atatürk, bu yolla milli mimarlık akımının ortaya çıkmasını sağlamıştır. TBMM Binası, Ankara Palas, Vakıf Apartmanları, Gazi Eğitim Enstitüsü, v.b. gibi. Alman ve Avusturyalı mimarların devreye girmesinden sonra, cephelerdeki bezemeler bırakılmış betonarme iskelet ön plana alınmıştır. Sağlık Bakanlığı, İsmet Paşa Kız Enstitüsü, Konservatuar, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi binaları bu akımı yansıtırlar.
Güzel söz söyleme ve güzel konuşma da sanat arasında yer alır. Atatürk’ün savaş alanlarında verdiği emirleri dahi özenle ve duyarlılıkla seçtiği hepimizin bildiği bir gerçektir. Bir emir düşünün ki “Cephaneniz yoksa, süngünüz var! Sizden taarruz değil, ölmenizi istiyorum” kadar veciz olsun. En kızgın olduğunda söylediği en ağır söze bakalım; “Şaşarım akl-ı perişanına, ahmak…”[13] İzmir suikasti dolayısıyla 10 Haziran 1926’da Anadolu Ajansı muhabirine söylediği ve Cumhuriyete olan inancını dile getirdiği “Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” sözü, unutulmayacak özdeyişler arasında yerini almıştır.
Ata’nın sanatçıya verdiği büyük değeri gösteren bir hatıra da şöyledir: Daha devlet tiyatrosu kurulmamışken, İstanbul’daki şehir tiyatrosu sanatçıları Ankara’ya gelerek o zamanki Türk ocağında temsiller verir. Atatürk de bu temsillerin birinde bulunur ve sanatçıları Çankaya’ya davet ederek ağırlar. Hepsine ayrı ayrı iltifat eder. Ayrılma vakti gelince, Reşit Galip sanatçılara, Atatürk’ün elini öperek veda etmelerini söylediğinde, “Hayır, sanatkar el öpmez, sanatkarın eli öpülür” demiştir. Özellikle Hasan Âli Yücel’in bakanlığı döneminde eğitimde birçok hamle yapılmıştır. 17 Nisan 1940’da Köy Enstitüleri Yasası devreye girdi. Köy Enstitüleri ve Halkevleri genç Cumhuriyet’in yüz akı oldular. Edebiyat, resim, folklor, el işleri ve her türlü sanat ve zenaat faaliyetleriyle yurdun her noktasından başlayarak vatandaşların buluşup beraberce kendilerini geliştirebildikleri kültürel kozalar haline geldi.
Şayet Köy Enstitüleri ve Halkevleri büyüyerek varlıklarını sürdürebilselerdi bugün çağdaş sanat, klasik müzik, dünya edebiyatı gibi konularda Türkiye’nin yetiştirdiği dünyaca ünlü sanatçı sayısı çok daha fazla olurdu.
No comments:
Post a Comment