Tuesday, July 31, 2018

The grand turning point

The grand turning point

Jean-Dominique Giuliani, Chair of the Robert Schuman Foundation

The summer of 2018 will possibly mark a turning point in international relations.

Developments in American policy, brutally highlighted by a "take-it-or-leave-it" president is nothing new. They are part of the same basic trend as Brexit, the emergence of populist regimes in Europe, the expression of Russian revisionism and the return of nationalism across the globe.

The inexorable spread of globalisation, hurried along by scientific progress and its dissemination, seem to mark a pause in political time.

The map of the world might find itself reshaped because of this.

Because we are indeed witnessing a major turning point.

The emergence of a good number of nations is pulling billions of people from misery; the use of force no longer leads to victory in conflict; never have men and women been as mobile, and more than 250 million of people have migrated; the geographical stretching of chains of value has possibly reached its limits; the most comfortable countries are no longer producing children; never has there been as much financial liquidity to hand, and as many public and private needs going unsatisfied. Inequality has become unbearable to public opinion, even when they have been reduced as in Europe. All of this leads us to believe that we have really changed world and era. And, although the planet has not seen as little conflict as it is witnessing now, the general feeling is that many battles are in preparation.

The result of this is that the democratic model which we have aimed to spread world wide is now being contested, to the benefit of authoritarian "illiberalsim", whose number of supporters is growing. Autocracy is gaining ground.

Multilateralism and free-trade are being challenged by national and even local withdrawal.

Traditional politics is being rejected to the benefit of extremes and nationalism.

A new era has therefore commenced for Europe, which embodies so perfectly the old world and the new challenges forced upon it by a real revolution. For many, Europe broadly typifies the model to destroy. Once it had rivals, now it has real enemies.

The smallest continent in the world from a geographical point of view, Europe has largely benefited to date from growth in trade and has had the best results in terms of improvements made to the living standards of its inhabitants.

Democracy, rule of law, solidarity, multiple protection, healthcare, comfort - all of these successes were in fact improbable just 70 years ago.

If we are simply to defend them, further battles will be necessary. The continent is playing for more than just its survival, the same applies to its place and role in the world.

In the race for world leadership it does not have to pretend to taking first place. It would be enough

to ensure that it remains in the leading three. And this is what is at play now.

China is running for first place, the USA is fighting to retain it, Europe, for its part, can, if it remains united, still produce good results that will make it an inevitable partner. The planet's leader in terms of its GDP, unequalled champion in trade, Europe is now only lacking the assumed traits of power. For its security, diplomacy, trade, economy it must now act for itself and by itself. We know that for Europe, this is of vital importance. By learning to defend itself, it will learn to fight. It has to do this. Fighting for its values, its interests, its model and its vision of the world, for itself. It has to imagine itself as autonomous and independent with everything that ensues from its work in terms of defence, protection and projection.

We have a long way to go before we convince the Europeans, who have been sheltered, half-asleep under the wing of their grand ally, that there is no better ally than oneself.

To do this we have to love ourselves. We have to be proud of our achievements, of what we do and of what we want. "Europe first?" A major task! It is a major turning point too.

Monday, July 30, 2018

Lozan'ı doğru anlamak Prof.Dr. Rıdvan Karluk

Lozan’ı Doğru Anlarsak Cumhuriyet Sonsuza Kadar Yaşar

Prof. Dr. Rıdvan Karluk

Kurtuluş Savaşı’nda kazanılan zafer sonrası Lozan Anlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan kentinde Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya temsilcileri tarafından Beau-Rivage Palace’ta imzalanmıştır. Yıllar önce Paris’te görev yaptığım dönemde burayı ziyaret ettiğimde, Cumhuriyet döneminde doğan ve bu Cumhuriyet’in imkanlarından yararlanan biri olarak çok duygulanmıştım.

Lozan Konferansı’na TBMM Hükümeti adına katılan heyet; Misak-ı Milliyi gerçekleştirmeyi, Ermeni devletinin kurulmasını engellemeyi, kapitülasyonları kaldırmayı, Türkiye ile Yunanistan arasındaki Batı Trakya, Ege adaları, nüfus değişimi, savaş tazminatı sorunlarını çözmeyi amaçlamış, Ermenistan ve kapitülasyonlar konusunda anlaşma sağlanamazsa görüşmeleri kesme kararı almıştır. Temel konularda taraflar anlaşamayınca 4 Şubat 1923 tarihinde görüşmeler kesilmiş, 23 Nisan 1923’te yeniden başlamıştır.
24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Anlaşması imzalanmış, Türkiye 23 Ağustos 1923’de anlaşmayı onaylamıştır. Yunanistan 25 Ağustos 1923, İtalya 12 Mart 1924, Japonya 15 Mayıs 1924, İngiltere ise 16 Temmuz 1924 tarihinde onaylamayı gerçekleştirmişlerdir. Gecikmenin sebebi, hükümet krizleri sebebiyle İşçi Partisi’nin 29 Şubat 1924’te iktidara gelmesiyle parlamentoya sunulmuş olmasıdır. (Daniel-Joseph Macarthur-Seal, Intelligence and Lloyd George's Secret Diplomacy in The Near East, 1920–1922, The Historical Journal, Volume 56, Issue 3 September 2013, s.707-728)
Anlaşma, tarafların onaylarını Paris’e gönderdikten sonra 6 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girmiştir. ABD Lozan’ı onaylamamıştır. Bunun iki sebebi vardır. Türkiye topraklarında bir Ermeni devletinin kurulmayarak Wilson Prensiplerine ters düşülmesi, ikincisi ise kapitülasyonların kaldırılmasıyla gayri Müslimlere sağlanan imtiyazların son bulmasıdır. ABD Lozan’ı onaylarsa, Ermenilerin Türkiye'den toprak taleplerini reddetmiş olacağı için ABD’deki kuvvetli Ermeni diasporasını karşısına almış olacaktır. Aslında onaylamamasının bir hukuki sonucu da bulunmamaktadır. ABD ile son günlerde gerginleşen ilişkiler sebebiyle konu gündeme gelir mi, bilemem.
Lozan Anlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedi olduğu için Cumhurbaşkanı Erdoğan her 24 Temmuz’da bir bildiri yayınlamaktadır.
Sayın Cumhurbaşkanı 24 Temmuz 2018 tarihinde Anlaşma’nın imzalanmasının 95’nci yıldönümü için şu açıklamada bulunmuştur: “Bugün, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu belgelerinden olan Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanmasının 95. yıldönümünü kutluyoruz.
Ülkemizin özellikle son 16 yılda elde ettiği başarıların gerisinde güçlü bir siyasi iradenin mevcudiyeti yanında milletimizin birlik, beraberlik ve dayanışma ruhuyla hareket etmesinin de çok büyük payı vardır…Lozan Barış Antlaşması'nın 95. yıldönümü vesilesiyle, Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere bugünlere ulaşmamızda emeği olan tüm devlet adamlarımızı saygıyla yâd ediyorum.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2017 yılında yayınladığı mesaj şöyledir: “Aziz milletimizin her türlü yokluğa, yoksulluğa ve imkânsızlıklara rağmen yazdığı istiklal destanı, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanında tescil edilmiştir. Türk Milleti, Lozan Anlaşması ile bu topraklardaki bin yıllık varlığını hedef alan Sevr'i yırtıp atmış, bağımsızlığından asla taviz vermeyeceğini tüm dünyaya kabul ettirmiştir.”
2016 yılındaki mesajında ise Lozan Anlaşması için çok önemli bir tespitte bulunmuştur: “Bugün, Cumhuriyetimizin kurucu belgesi olan Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasının 93. yıldönümüdür. Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanına taşınarak tescil edilmiştir. Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir. Lozan Antlaşması’nın içeriği, bu anlamda başta milli irade ve demokrasi olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu temel ilkelerin değeri, bugünlerde çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bu düşüncelerle, Lozan Barış Antlaşması’nın 93. yıldönümünde, Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal başta olmak üzere, anlaşmanın mimarı olan tüm devlet adamlarımızı rahmetle anıyorum.”
Bu olumlu mesajların aksine sayın Cumhurbaşkanı 29 Eylül 2016 tarihinde muhtarlarla yaptığı konuşmada “Tarihte bize ne yaptılar. 1920'de bize Sevr'i gösterdiler, 1923'te Lozan'a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan'ı 'zafer' diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada” diyerek bir tartışma da başlatmış, Lozan Anlaşması’nın “zafer” diye sunulmasına karşı çıkmıştır. Lozan Barış Anlaşması hakkında kitap yazan Kadir Mısırlıoğlu da kitabının adını “Lozan, Zafer mi, Hezimet mi?” (Sebil Yayınevi, 2009) koymuştu.
Sayın Cumhurbaşkanın son 3 yıldaki Lozan mesajları bence önemlidir. Çünkü 29 Eylül 2016 tarihindeki açıklamasını ortadan kaldırır niteliktedir. Taha Akyol 24 Temmuz’daki yazısında çok doğru bir tesit yapmıştır: “Bugün Lozan’ı kötülemek ancak bilgisizlik ve önyargıyla mümkündür.”
Türkiye’de bazıları Lozan Barış Anlaşmasını küçümserken Birinci Dünya Savaşı sırasındaki İngiltere Başbakanı olan ve Osmanlı’yı yok eden Sevr (Sevres) Anlaşması’nın en büyük destekçisi olan Lloyd George, İngiliz Daily Telegraph gazetesinde 28 Ağustos 1923’de yer alan demecinde, “Türkiye’nin Lozan başarısı, medeniyetin yenilgisidir” demiştir. 6 Haziran 1924 tarihinde de Avam Kamarası’nda Sevr’i savunarak Lozan’ı İngiltere’nin yenilgisi olarak nitelemiştir. (Lloyd George and the Turkish Question, file:///C:/Users/w10/Downloads/UBC_1978_A8%20H57.pdf)
Türk kamuoyunda pek bilinmeyen bir gerçek vardır. Türklere düşman olan Lloyd George’un Türkiye'yi Birinci Dünya Savaşı'ndan çekilmeye ikna etmek için gizli bir ajan aracılığıyla 25 milyon dolar rüşvet vermeye hazır olduğu, Kew Ulusal Arşivlerinde yayımlanan yabancı ofis istihbarat dosyalarında ortaya çıkmıştır. Bu miktar günümüzde 200 milyon sterline eşittir. (Lloyd George was prepared to pay $25 million in bribes through a secret agent to persuade Turkey to pull out of the First World War, Lloyd George tried to bribe Turks out of Great War, 1 April 2005, https://www.telegraph.co.uk/news/uknews/1486861/Lloyd-George-tried-to-bribe-Turks-out-of-Great-War.html)

Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi olan Lozan Anlaşması’nın 95’nci yıl döneminde başta Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü olmak üzere tüm emeği geçenleri saygı ve sevgi ile anıyorum. Bu kapsamda Lozan Anlaşması Cumhuriyetimizin 100’ncü yılı olan 2023’te son bulacak diyenleri kınıyor, onları tarihi gerçekleri saptırmamaya davet ediyorum.
Turgut Özal Üniversitesi KHK ile kapatılmadan önce Hukuk Fakültesi son sınıftaki iki öğrencim bana Lozan Anlaşması’nın gizli maddeleri olduğunu, 2023 yılında son bulacağını, bunun doğru olup olmadığını sormuşlardır. Anlaşma metninin gerek Türkçesinde ve gerekse orijinal Fransızca metninde böyle bir maddenin bulunmadığını onlara söyledim. Lozan’ın 2023 yılında son bulmasını isteyenlerin Sevr (Sevres) Anlaşması’nı geri getirmek istediklerini, çünkü Sevr’de Türkiye topraklarında Kürdistan ve Ermenistan devletlerinin kurulmasının yer aldığını, Cumhuriyetin değerlerine karşı olduklarını, bu sebeple bir algı operasyonu yaratmaya çalıştıklarını açıkladım.

143 madde arasında gizli maddenin bulunmadığını, Lozan Anlaşması’na taraf çok sayıda ülke olduğunu, onaylı birer örneğinin tüm imzacı ülkelere verildiğini, Lozan’ın, bir veya birkaç ülke için gizli maddelerinin olmasının mümkün olmadığını sınıfa kabul ettiremedim. Sevr Anlaşması’nın 62, 63 ve 64’ncü maddelerinin bağımsız bir Kürdistan kurulmasını öngördüğünü, bu maddelerin Kürtlere self determinasyon hakkı verdiğini söylememe rağmen öğrencileri ikna edemedim.
İki öğrencime ve tüm sınıfa Paris’in Sevr (Sevres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi’nde Anlaşma’nın imzalandığını, daha sonra bu Müze’nin önüne Ermenilerin bir sözde Ermeni soykırımı anıtı diktiklerini, böylece Sevr Anlaşması’ndaki büyük Ermenistan’a atıfta bulunduklarına dikkatlerini çektim. Lozan Anlaşması’nın Fransızca aslının Paris’te, Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi’nde muhafaza edildiğini de belirttim. (Anlaşma’nın görüntüleri, tıpkı basımının yayınlanması amacıyla İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Türkiye’ye getirtilmiştir.)
Lozan Anlaşması’na husumet duyanları anlamak mümkün değildir. İstiklal Savaşı için Yunan kazansaydı diyebilecek kadar ileri gidenlere acaba ne demeli? Bu kişinin Ortodoks çanları altında ibadet ederse kendini daha mutlu hissedeceği için bu açıklamayı yaptığı kanısına vardım. Öncelikle bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlara Taha Akyol’un Bilinmeyen Lozan kitabını okumalarını öneririm. Akyol’un ilk Meclis, İngiltere Avam Kamarası ve Lozan Konferansı tutanaklarına dayandırdığı kitabında tüm gerçekler açıklanmaktadır.
Lozan’da büyük Türk zaferi düşmana onaylatılmış, eksikler olsa da yapılabilecek olanın azamisi o günkü şartlarda yapılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. 23 Temmuz 1923 günlü Tevhid-i Efkar gazetesinde Ebuzziya Zade Velid, imparatorluk topraklarının
kaybından üzüntüsünü belirtmiştir ama Lozan Anlaşması hakkında da şu doğru tespiti yapmıştır: “Delegelerimiz siyasi ve iktisadi istiklalimiz açısından mevcudiyetimizi ve milli inkişafımızı sağlayacak bütün esasları kurtarmaya muvaffak oldular.”
Lozan Barış Anlaşması’nı imzalayan İsmet İnönü, Lord (George) Curzon ile ilgili önemli bir anısını şöyle anlatmaktır: “Bir gece toplantısında bulundum. Beraberdik. İkimiz vardık, bir de Amerika Murahhası Mr. Chaild vardı. Lord Curzon bana dedi ki ‘hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var, bir de bu yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı?
Ben, evet dedim. Curzon sözlerine devam etti: Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.’ Lord Curzon’un bu sözleri kulağımda kalmıştır ve sözünün geçtiği her yerde hatırlamışımdır. Lozan Konferansı olalı 45 sene geçti. Bu sözleri hiçbir zaman unutmadım. Bu 45 sene içinde para almak için müracaat ettiğimiz her yerde bu ihtimalleri görmüşümdür.
Lord Curzon’un sözleri bittiği zaman, kendisine dedim ki: ‘Şimdi meseleleri halledelim, para istemek için gelirsem o zaman gösterirsiniz.’ Hakikat şudur ki, İkinci Cihan Harbi kapı önünde görününceye kadar mali bakımdan bize kolaylık gösterilmemiştir. Ve Türkiye kendisini kendi alın teri ile tamir ederek İkinci Cihan Harbi’ni idrak etmiştir.” ((http://www.ismetinonu.org.tr/lozan-antlasmasi.htm, http://www.trtarsiv.com/izle/84688/ismet-inonu-nun-lord-curzon-a-cevabi)
Lozan’da kapitülasyonların kaldırılmasını, Osmanlı borçlarının makul ölçüde ödenerek tasfiye edilmesini, Duyun-u Umumiye İdaresine son verilmesinin karara bağlanmasını, Musul petrollerinden pay alınmasını, ekonomik kalkınma için çok önemli bir zırh olan gümrüklere gecikmelide olsa egemen olunmasını, kabotaj hakkının elde edilmesini çok önemli ekonomik kazanımlar olarak değerlendiriyorum. Lozan Anlaşması ve ona ekli Ticaret Sözleşmesi ile beş yıllık bir gecikme ile Türkiye gümrüklerine hakim olabilmiştir. Böylece Osmanlı’dan farklı olarak genç Cumhuriyet sanayileşme sürecinde önemli adımlar atmış, Batılı ülkelerin açık pazarı olmaktan kurtarılmıştır.
Erhan Bener’in Bürokratlar (Remzi Kitapevi, 2002) kitabının üçüncü cildindeki tespitler çok önemlidir. Bener’in 1960 yıllardaki OECD Nezdinde Türkiye Büyükelçiliğindeki anılarının bilinmesinde yarar vardır. O yıllarda Daimi Temsilci olan Cahit Kayra, OECD Türkiye’ye Yardım Konsorsiyomu’nun Türkiye’ye yapılacak yardım için ileri sürdüğü şartları, Osmanlı devletine kabul ettirilen Duyun- u Umumiye şartlarına benzetir. Fransız Devlet Yayınları Kurulu’ndan aldırdığı Sevr Anlaşması’ndaki ekonomik ve mali hükümlerle, OECD Konsorsiyomu’nun şartları arasında büyük benzerlik vardır. Konsorsiyomun hazırladığı metinlerdeki bazı ifadeler, Sevr Anlaşması’nda da yer almaktadır.
Bunun üzerine Cahit Kayra da şu tespitte bulunur: “Bizim okullarda Sevr Anlaşması’nı sadece imparatorluğun coğrafya bakımından parçalanmasını sağlayan bir anlaşma diye okuturlar. Oysa içindeki ekonomik, mali hükümler bu parçalanmadan çok daha önemlidir. Daha sonra, Lozan Anlaşması sırasında, toprak parçalanmasına önem vermeyen sömürgeci
devletler, Sevr’in ekonomik ve mali hükümlerini uygulamakta çok direnmişlerdi. Bana kalsa, okullarımızda, Lozan’dan çok, Sevr Anlaşması’nı okutmak gerekir. O zaman gençlerimiz bugünü daha iyi anlayabilirler.”
Kayra’nın tespitlerine aynen katılıyorum. Çünkü, Paris’te görev yaptığım 1985-1990 döneminde OECD Türkiye’ye Yardım Konsorsiyomu toplantılarını Devlet Planlama Teşkilatı adına Planlama Müşaviri olarak izliyordum. Buradaki gelişmeleri ve Türkiye’nin Lozan’daki ekonomik kazanımlarını Türkiye Ekonomisi kitabımda (Beta, İstanbul, 2014, 13. Baskı) ayrıntılı olarak açıkladım.
Lozan’daki en büyük ekonomik başarı kapitülasyonların kaldırılmasıdır. 22 Temmuz 1909 tarihinde Cumhuriyet’in ilanından 14 yıl önce Kalem dergisinde yayınlanan karikatürde Osmanlı askeri elinde silah ineğin bekçiliğini yapıyor, yabancılar gelip kovalarla süt sağarak götürüyor.
İsmet İnönü Lozan’da müttefiklerin kendisinden çok daha yaşlı ve tecrübeli diplomatların karşısına çıktığında henüz 38 yaşındaydı ve bir asker olmasına rağmen ekonomik baskılara boyun eğmemişti. Kendi ifadesiyle Lozan’da en önemli baskı, mali ve ekonomik yönde olmuştur. Yeni Türk devletinin yaşamasında ve kalkınmasında hiçbir yardım yapılmamıştır. Kabotaj hakkı bile iki yıl sonra kullanılmak üzere kayda bağlanmıştır.
Lozan Anlaşması konusunda son sözü büyük önder Mustafa Kemal Atatürk söylemiştir: “Saygıdeğer Efendiler, Lozan Barış Anlaşması’nın içine aldığı esasları, diğer barış teklifleriyle daha çok karşılaştırmaya gerek olmadığı kanısındayım. Lozan Barış Anlaşması, Türk Ulus’una yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Anlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın yıkılışını anlatan bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal utku eseridir” (1927, Söylev, II, s. 76, 24 Temmuz 1933, Hakimiyet-i Milliye Gazetesi)
Birleşik Krallık açısından değerlendirmeyi ise İngiliz Sir Andrew Ryan yapmıştır: “Lozan’da onursuz bir barış imzaladık. Lozan, Birleşik Krallığın şimdiye kadar imzalamış olduğu anlaşmaların en uğursuzu, en mutsuzu, en kötüsüdür.”
Lozan, sayın Cumhurbaşkanı’nın söylediği gibi Türkiye Cumhuriyetinin tapu senedir. Bir kere delinirse bir daha yapıştırmak, Orta Doğu bataklığında mümkün değildir. Lozan Anlaşması Cumhuriyetimizin 100’ncü yılı olan 2023’te son bulacak diyenler, Lozan Anlaşmasını delmek isteyenlerdir. Bu konuda yanlış bilgilerle donatılan iyi niyetli bazı üniversiteli gençleri de gerçekleri görmeye davet ediyorum.

Monday, July 16, 2018

Turkey's Last Failed Coup and Turkey - US Alliance

Turkey’s Last Failed Coup Still Plagues Turkey-US Alliance

Memorial to the victims of the July 15 coup attempt (Thomas Koch via Shutterstock)Memorial to the victims of the July 15 coup attempt (Thomas Koch via Shutterstock)
by Giorgio Cafiero
Since the Ottoman era, the people of Anatolia have experienced military interventions in politics that have dramatically impacted the lives of millions. Arguably, the first such coup occurred in 1876, with Sultan Abdulaziz’s ouster. Following the establishment of the Republic of Turkey, four coups—three “traditional” (1960, 1971, and 1980) and one “post-modern” (1997)—have interrupted Turkey’s transition from one-party rule (1925-1945) to democracy, which commenced at the end of World War II when Turkey aligned with the Western bloc against the Soviet Union.
Turkey’s military justified the twentieth-century coups under the banner of protecting the ideology of Mustafa Kemal Atatürk, known as Kemalism. The coupists’ language always stressed defending Turkey from anti-secularism, Communism, turmoil, anarchy, and other threats to what the putschists defined as modern civilization.
The latest attempted military intervention in Turkish politics took place on July 15, 2016. The plotters presented their intentions as being in line with Kemalism. The pro-junta personnel, however, were linked, according to officials in Ankara, to the Fethullah Gulen Terrorist Organization (FETO).
Led by Fethullah Gulen, an Islamic cleric who been living in Pennsylvania in self-exile since 1999, the Gulen movement practices “civil Islamic” traditions, which emphasize spirituality, economic growth, ethics, interfaith dialogue, and social justice. Members of this movement consider themselves “apolitical” as Gonul Tol explains. When Turkey’s secular military closely controlled the country’s political environment, it oppressed both the Gulen movement and the predecessors of the ruling Justice and Development Party (AKP). The Gulen movement and the AKP worked together after the latter’s ascension to power in 2002 to weaken military tutelage. Yet the Gulen-AKP alliance came to an end once the ruling party began seeing Gulen’s community as a threat, especially after an incident in December 2013 when prosecutors, allegedly linked to the Gulen movement, charged AKP officials and their family members with corruption. Soon after, the AKP began accusing the movement of seeking to establish a “parallel state” in Turkey with the objective of removing the AKP from power. According to Turkish government officials, FETO’s members had actually begun infiltrating Turkey’s military decades ago.
Yet the coupists failed to achieve their goals in 2016 for numerous reasons. A primary factor was that, although putschists in the traditional coups and the post-modern one had a degree of legitimacy in the eyes of many Turks, there was no popular support in 2016 for such a military intervention in Turkey’s political arena. The plotters’ use of violence against unarmed civilians two years ago, which contrasted with the threatened (but not unleashed) violence of the twentieth-century coups, led many Turks, including political opponents of the AKP, to rally behind President Recep Tayyip Erdogan and demand that the US extradite Gulen to Turkey to face a judge.
Regardless of the reasons behind the government’s triumph, the turmoil of July 15, 2016 significantly changed Turkey, both internally and externally. Since that coup attempt, Turkish authorities have arrested tens of thousands of Turks, mainly in the country’s media, military, educational system, public sector, and civil society organizations, based on their alleged FETO affiliations. The roughly 250 Turks who sacrificed their lives in the anti-coup resistance are glorified today. The renaming of the Bosphorus Bridge to “July 15 Martyrs’ Bridge” and the upcoming inauguration of the “July 15 Martyrs’ Monument” in front of the presidential palace in Ankara embody such veneration.
Fingers Pointed at Washington
Turkish discourse has grown increasingly anti-American over the past two years. To be sure, prior to the 2016 plot, there was significant opposition to the US in Turkey due to the American-led invasion and subsequent occupation of Iraq, the “Hood Incident of 2003,” and, most recently, Washington’s support for the Kurdistan Workers’ Party-affiliated People’s Protection Units (YPG) in Syria. The commonly accepted narrative in Turkey that Washington had a hand in the events of July 15, 2016 has also increased friction in the Turkey-US strategic alliance.
The official US response to the coup plot fueled significant anger in Turkey. The Turkish leadership viewed Washington’s support for the country’s government as ambiguous, insufficient, and unprincipled. The first official response from the US government came from then-Secretary of State John Kerry, who called for “stability and peace and continuity in Turkey.” Although Kerry affirmed America’s “absolute support for Turkey’s democratically elected civilian government and democratic institutions,” many Turks took such words to be disingenuous.
First, Kerry never used the word “coup.” Second, the White House released another statement soon after that called on “all parties” to “act within the rule of law.” This caution from Washington fueled a Turkish perception that the US administration had given a degree of legitimacy to the putschists. Similar language came from the Obama administration after the Egyptian coup of 2013, which largely informed this Turkish perspective three years later. Ultimately, White House appeared to be hedging its bets with a wait-and-see approach, expressing firm support for Erdogan’s government only after it was abundantly clear that the coup plotters had failed, instead of during the hours of uncertainty.
Turkish suspicions of American involvement in the plot were fueled by the fact that Turkish fighter jets, which bombed civilians in urban areas during the attempted coup, took off from ?ncirlik, America’s military base in Adana. Turks in in high-policy circles and on the streets as well wonder how these fighter jets could have flown out of the base without the US military knowing.
The reaction of the major media outlets in the US and other Western countries also fueled much anger. A tweet from The New York Times read, “Those who took to the streets in Turkey were mostly yelling religious slogans in support of Erdogan, not democracy itself.” This reaction offended those who believed that the anti-coup resistance was about saving Turkey from a return to military rule, rather than promoting Islamism. The pro-putschist commentary of Fox News added insult to injury. Particularly outrageous was former CIA officer Robert Baer’s assertion on Anderson Cooper’s CNN show that the coup plot was “not professionally done” and that the putschists “should have taken CNN Turk and closed it down [during] the first minutes, the radio station, social media, the internet. Even if they didn’t arrest Erdogan, they should have taken care of all of that right at the beginning.”
The AKP’s struggle to civilianize Turkish politics has been hard fought. Turkish politicians who have spent their careers fearing that they could meet the same fate as former Prime Minister Adan Menderes—executed after the 1960 coup—have high stakes in thwarting a military takeover. Equally, many Turkish citizens, including the AKP’s supporters and critics, who recall the oppression that followed the 1980 coup, have a vested interest in preventing the military from, again, ousting civilian leaders. That such diverse segments of Turkish society resisted the coup plotters in 2016 received little media attention in the West.
Turkey’s Role in a World of Coups
“Turkey is not Panama.” Mehmet Bakaroglu, vice president of the Islamist Saadet Party, uttered these words in response to the George W. Bush administration’s negative reaction to the Turkish parliament’s vote against granting the US territory and airspace for the 2003 invasion of Iraq. Bakaroglu sought to distinguish Turkey from Latin American “banana republics.” Fifteen years after his comment, such rhetoric still speaks to many Turks who would like their government to assert its own sovereignty more strongly and demand that Washington treat Turkey not as a subservient state but rather as a rising power.
For Turkey, July 15, 2016 is not only a watershed date on a par with the founding of the Republic of Turkey almost 95 years ago. It also marks a major triumph over forces of Western imperialism from Ankara’s perspective, much like the 2002 failed coup attempt against Venezuela’s populist government.
A sensitive issue in Turkey was the Egyptian coup of 2013, which ousted the pro-Turkish/pro-AKP Muslim Brotherhood president, Mohammed Morsi. Now, with the Trump administration strongly supporting Egypt’s current regime and the three Arab Persian Gulf states blockading Qatar (Turkey’s closest Arab ally), Ankara perceives Washington as having backed Arab powers that have directly or tacitly supported such interventions in both Turkey and Qatar. In the immediate aftermath of the failed 2016 coup, Egypt opposed a UN Security Council statement that called on parties to “respect the democratically elected government of Turkey,” which was unsurprising given how President Abdel Fatah al-Sisi came to power. Nonetheless, Turkey saw this move as part of a united front of counter-revolutionary Arab forces and their Western allies. Two years after the plot, the AKP-ruled government believes that it stands on the “right side of history” for its opposition to twenty-first-century coups in the Middle East and serves as a model for Muslim countries that seek to civilianize their politics and keep the military forces in the barracks.
The events of July 15, 2016 did not end the Turkey-US strategic alliance. That said, unanswered questions about Washington’s alleged role in the coup attempt, the Obama administration’s response, and mainstream US media coverage have all increased anti-Americanism in Turkish discourse. As Turks talk about ending a centuries-long era of coups and institutionalizing the civilianization of their political system, the perception that the US and other Western and Arab countries are collectively hindering such efforts represents a serious challenge for the two NATO allies’ bilateral relationship.
This friction is underscored by the Turkish government’s detention of US citizen Andrew Brunson. This pastor from North Carolina has been held in Turkey since 2016 on charges of terrorism and espionage. Such accusations stem in part from Brunson’s ownership of books about Kurdish history, his meeting with an Amnesty International lawyer (also later arrested for alleged FETO ties), and “secret witnesses” who accused the pastor of seeking to establish a Christian Kurdish state in Turkey while working with the YPG and FETO.
Borrowing a page from the North Korean and Iranian regimes’ playbooks and, in flagrant violation of international law, Turkey is holding American citizens as political hostages to put pressure on the US government to extradite Fethullah Gulen. Turkey is playing an unhealthy game that significantly contributes to the erosion of trust between Ankara and Washington. At this juncture, two years after the failed coup, restoring trust will be essential for this strategic alliance to move forward, especially as Turkey pursues a highly ambitious foreign policy in the Middle East and Africa where support from the US will be crucial.
Print Friendly, PDF & Email
avatar

GIORGIO CAFIERO

Giorgio Cafiero is the CEO and founder of Gulf State Analytics, a Washington, DC-based geopolitical risk consultancy. In addition to LobeLog, he also writes for The National Interest, Middle East Institute, and Al Monitor. From 2014-2015, Cafiero was an analyst at Kroll, an investigative due diligence consultancy. He received an M.A. in International Relations from the University of San Diego.

Wednesday, July 11, 2018

Atatürk, Milli ve Çağdaş Eğitim Dil ve Tarih Çalışmaları


ANA dergisi Temmuz-Agustos 2018 sayısında yayınlanan yazım
ATATÜRK,  MİLLİ  VE  ÇAĞDAŞ  EĞİTİM
DİL VE TARİH ÇALIŞMALARI

Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Milli Mücadele’nin en güç koşullar altında sürdüğü savaş ortamında, kurulmasını zihninde şekillendirdiği yeni devlet ve uygar toplumun altyapısını oluşturacak adımlar attı. Bu bağlamda, en önemli girişimlerinden biri 15-21 Temmuz 1921 tarihinde Ankara'da gerçekleştirilen Maarif Kongresidir. O sırada Eskişehir-Kütahya savaşları yapılmakta, Sakarya'da askerlerimiz doğuya çekilmekteydi. 180 kadın ve erkek öğretmen, eğitimci, yönetici ve gazetecinin katıldığı bu kongre dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver başkanlığında yedi gün sürdü. Atatürk cepheyi bırakarak kongreye ulaştı, ve Milli Eğitim tarihine geçecek nutkunu okudu. (Atatürk’ün Maarif Kongresini açış konuşmasına  internet’ten erişilebilir.)

Atatürk, bu tarihi konuşmasında bir “milli terbiye programı “oluşturulması zorunluluğunu belirterek, görüşlerini şöyle açıkladı: “ Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin gerilemesinde en önemli amil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve fitri niteliklerimizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garpten gelen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciyeyi milliye ve tarihiyyemizle mütenasip bir kültür kastediyorum. Çünkü davayı millimizin inkişaf-ı tammı, ancak böyle bir kültür ile temin edilebilir.”

İstiklal Savaşı'nın zorlu günlerinde Atatürk'ün cepheden bir günlüğüne dahi olsa gelip tarihi açılışını yaptığı Maarif Kongresi, ülke için bir umut oldu. O dönemde Anadolu'da sadece 3000 öğretmen bulunmakta ve bunların da sadece 20% sini kadın öğretmenler oluşturmaktaydı. Kongre,  sadece düşmanla değil cehaletle de savaşılacağını ortaya koydu.

Atatürk, özellikle Avrupa devletlerinin ders kitaplarında yer alan Türkler hakkındaki olumsuz iddialara ve “barbar” deyimi kullanılarak bir istilacı kavim şeklinde gösterilmelerine karşılık, bunun böyle olmadığını, Türklerin cihan tarihinde en eski çağlardan beri var olduğunu ve uygarlığa katkılarının  bulunduğunu düşünüyor ve bu konuların araştırılması gerektiğine inanıyordu.
Atatürk’ün vurguladığı” seciyeyi milliye ve tarihiyyemizle mütenasip kültür”ün en önemli bileşenlerinin Türk dili ve Türk tarihi olduğu açıktır.
Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen atılımları kısaca gözden geçirmeden önce, 600 yılı aşkın Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türk dili ve İslam öncesi Türk tarihinin ümmet anlayışı etkisiyle ihmal edildiğini ve Tanzimattan sonra  filizlenmeye başlayan milli uyanışın  ise yetersiz kaldığını kaydetmek gerekir.
Atatürk, 15 yıl süren Cumhurbaşkanlığı döneminin ilk evresinde (1924 – 1928)yoğun siyasi gündem ve gerçekleştirilen devrimler nedenile Türk dili ve Türk tarihi ile ilgili çalışmalara zaman ayıramadı. Ancak, 1930’dan ölümüne kadar geçen sürede bir yandan ekonomi, diğer yandan kültür konularını gündemine aldı ve yoğun çalışmalar gerçekleştirdi.
Türk kültürünün ana dayanaklarını oluşturan tarih ve dil alanlarında yaşama geçirilen bazı önemli adımları kısaca gözden geçirelim.
-         23 Nisan 1930 ‘da Türk Ocaklarının 6ncı kurultayında Türk Tarih Kurumu’nun kurulması fikri  benimsendi.
-         4 Nisan 1930’da Türk Tarih Heyeti oluşturuldu. 12 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruldu. Bu dernek  1935 yılında Türk Tarih Kurumu adını alacaktır.
-         Atatürk’ün başkanlığında çalışmalarını yürüten Türk Tarih heyeti ilk aşamada 600 sayfalık “Türk Tarihinin Ana Hatları”adlı derleme, çeviri ve telif yazıları içeren bir kitap hazırladı. Kitap, tartışılmak üzere uzman kişilere dağıtıldı.
-         Daha sonra, Atatürk’ün “ Türk Tarih Tezi”ni kapsayan  4 ciltlik “ Genel Türk Tarihi” yayınlandı ve Birinci Türk Tarih Kurultayına sunuldu.
-         2-11 Temmuz 1932 ‘de Birinci Türk Tarih Kurultayı toplandı.
-         12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu.
-         1934’de bu kurumun adı Türk Dil ve Araştırma kurumu olarak  daha sonra 1936 da Türk Dil Kurumu  olarak değiştirildi. Türk Dil Kurumu’nun ilk temel amacı, Türk dilini  araştırmak ve dildeki sorunlara çözüm getirmekti.
-         1936’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kuruldu..  
-         DTCF kuruluş amacı, Türk dili, tarihi ve kültürüyle ilgili bilimsel araştırmalar yapılması, Türk ve Türkiye tarihine kaynaklık edecek bütün eski dillerin öğretilmesi ve incelenmesi,
-          Türklerin yaşadıkları yerlerin ortaya çıkarılması
-          Orta öğretim kurumlarımıza ulusal dil ve tarihimizin bilimsel ve en yeni anlayışlara göre hazırlanmış öğretmen yetiştirilmesi idi.
-         Eylul 1937’de İkinci Türk Tarih Kongresi toplandı. Bu kongrede “Türk Tarih Tezi” yabancı bilim adamlarının incelemesine sunuldu. Yabancı tarihçiler  “Türk Tarih Tezi”ni destekleyen sunumlar yaptılar.
-         Atatürk, Tahsin Mayatepek’i, 1935-1937 yılları arasında 3 yıla yakın süreyle Meksika’da Büyükelçilik maslahatgüzarı olarak görevlendirdi.. Mayatepek, Orta Amerika’da Maya kültüründeki güneş kültü ve güneşe tapınma eyleminin Orta Asya’daki güneş kültü ile olan ilişkisini, Maya dili ile Türkçe ve diğer Asya dillerinin ilişkisini inceledi ve bu konularda 14 rapor hazırladı.

-         Atatürk, İkinci Türk Tarih Kurultayından bir yıl sonra vefat etti.(10 Kasım 1938)
Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 11.8.1983 tarih, 2876 sayılı kanunla Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altında toplandı.

Atatürk’ün tarih ve dil konusundaki duyarlılığının nedenini anlamak zor değil.

Yunanlılar ve İtalyanların Birinci Dünya Savaşı sonunda galip devletler safında yer almalarının  sağladığı avantajı kullanarak, Mondros ve Sevr Anlaşmaları bağlamında, Anadolu’nun Ege ve Akdeniz bölgelerinde hak iddia etmelerinin temelinde Batı’ya özgü, Türk kültürünü küçümseyen bu  yaklaşım yer almıştır. 
-         Birinci Dünya Savaşı sonunda İtilaf devletleri Türklerin yurdunu paylaşırken gerekçe olarak,”Türklerin Asyalı bir sürü olduklarını, tarihlerinde hiç bir uygarlık  kurmadıklarını, Trakya’da, İstanbul’da hatta Anadolu’nun bir çok bölgesinde azınlıkta olduklarını” öne sürmüşlerdi. (Enver Ziya Karal: Atatürk ve Tarih, Atatürk’e Saygı, TDK yayınları Ankara 1969, sayfa 97 ) İtilaf devletlerinin bu iddialarına karşı milli bir tarih anlatımının ortaya konması gerekiyordu. Atatürk’ün çocukluğunda başlayan tarih merakı konunun derinlemesine araştırılması gereğini kamçılamıştı.
-         Türk tarihçiler ve araştırmacılar, Batılı ve Rus arkeologların Mezopotamya’daki antik yerleşimlerde yaptıkları kazılarda ortaya çıkartılan bulgulara dayanarak Hititlerin (M.Ö. 3000 – 1000) ve Sümerlerin (M.O. 4000) ön-Türkler  olarak  kabul edilebileceğini ortaya koydular. Ayrıca, Anadolu’nun iç bölgelerinde  yapılan kazılar şaşırtıcı bulgular ortaya çıkardı.
-         Arkeolojik kazıların yanısıra müzeler açılması,  arşivlerin taranması, uzman yetiştirilmesi ve antropoloji çalışmalarına da ivme kazandırıldı.
-         Özetle, Batılı kaynakların   çeşitli kavimlerin gelip geçtiği bir göç yolu olarak niteledikleri Anadolu’nun bir çok özgün uygarlığın geliştiği bir yaşam alanı olduğu yolundaki Atatürk’ün görüşü doğrulanıyordu. Bu gelişmeler, Anadolu’daki uygarlıkların çoğunun Yunan-Roma kökenli olduğunu savunan Batılı tarihçileri ve düşünce odaklarını zor durumda bırakmış, kurdukları kuramların ve varsayımların tutarlılığı konusunda ciddi tereddütler ortaya çıkmıştı. Ünlü Fransız tarihçi, dil bilgini ve filozof Ernest Renan ( 1823 - 1892) “ ...tarihin en güçlü ve en değerli uygarlığını , Türkler gibi yakıp yıkmaktan başka marifeti olmayan bir ırk nasıl gerçekleştirmiş olabilir?...” diyerek tepkisini dile getirmişti.
-      Bununla beraber, Benoit Mechin ve Norbert d Bischof gibi ünlü Batılı tarihçiler, Mezopotamya’da Sümer uygarlığının Türk/Turanlı boylar tarafından kurulmuş olabileceği değerlendirmesini yapıyorlardı. Türk boylarının  Mezopotamya öncesinden başlayarak Anadolu’nun çeşitli yerlerinde uygarlıklar kurmuş olmaları hem Türk tarihine hem Avrupa ve dünya tarihine yeni bir bakış açısı getiriyordu.
Atatürk, 1932’den 1938’e kadar TBMM açış konuşmalarında dil ve tarih konularına yer vermiş, 1 Kasım 1932’deki konuşmasında, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarını şu ifadelerle övmüştür: “Türk  Tarih ve Dil Kurumlarının Türk milli varlığını  aydınlatan  çok kıymetli ve önemli birer ilim kurumu mahiyeti aldığını görmek, hepimizi sevindirici bir hadisedir.” Ölümünden on gün önce  1 Kasım 1938’de kendi adına Başbakan Celal Bayar tarafından okunan Meclis açış konuşmasında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “ Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmaları  takdire layık kıymet ve mahiyet arzetmektedir. Tarih tezimizi reddedilmez delil ve belgelerle ilim dünyasına tanıtan Türk Tarih Kurumu memleketin çeşitli yerlerinde yeniden kazılar yaptırmış ve uluslararası toplantılara başarıyla katılarak yaptığı tebliğlerle ecnebi uzmanların ilgi ve takdirlerini kazanmıştır. Dil Kurumu en güzel ve feyizli bir iş olarak türlü ilimlere ait Türkçe terimleri tesbit etmiş ve bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adım atmıştır...”
Bu konuşmalarından da anlaşılacağı üzere, Atatürk ilkelerinin  temelinde dil ve tarih yatmaktadır. Atatürk’ün “ Güneş-dil teorisi” tarih tezi ile bağlantılıdır. 1936 Üçüncü Dil kurultayında Afet İnan’ın, fikirlerin Atatürk’e ait olduğunu söylediği sözleri  kısaltarak alıntılıyorum: “ ...İlk yurtlarından ayrılmaya mecur kalan Türkler başlıca göç yolları için yine Güneş’n kılavuzluğundan istifade ettiler.  Doğu ve Batı ellerine yayıldılar; o geniş ülkelerde yüksek varlıklarının ebedi vesikalarını bıraktılar. Öz yurdumuz Anadolu’nun ilk kültürünü kuran cetlerimiz Güneş’i sembolize ettiler.Onu sanatlarının inceliklerinde mevzu aldılar.  Türk Tarih Kurumu’nun Alacahöyük’te yaptığı hafriyatta bulunmuş olan muhtelif güneş kursları bu hakikatin inkar kabul etmez vesikalarıdır... Türk tarihi Türk ırkını ancak müspet ilim belgeleriyle bulur. Türk dili bunların en önemlisidir...  Bu itibarla, Tarih Kurumu Türk Dil Kurumunun kendinden ayrılmaz eşidir. Bu iki kurum birlikte yükselmesi, birbirini tamamlaması gereken iki abidedir. “
Atatürk’ün ölümünden sonra Türk tarihinin kökenleri ve Güneş Dil Teorisi ile ilgili çalışmalar büyük ölçüde yavaşladı. Bunun nedenlerini irdelemek için bu yazıda  yeterli yer yok.  Ancak, bir kaç noktaya değinelim.
Atatürk’ün vefatından sonra dünyada özellikle Avrupa’daki siyasal konjonktürün barış aleyhine bozulması, aşırı akımların devletlerarası ilişkilere etkileri Türkiye’de de olumsuz yansımalar meydana getirdi. Bunun bir sonucu olarak, Türk dili ve Türk tarihi ile ilgili çalışmalar yapan bazı araştırmacılar ve yazarlar  haklı ya da haksız suçlamalarla karşılaştılar. Bazı aydınlar adli kovuşturmaya ve baskıya uğradı. Bu da Türk dili ve tarihinin derinliğine inmeye yönelik çalışmaları frenleyici ve köreltici  bir ortama yol açtı.
Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen bazı dış  odaklar da, tarih ve dil konusundaki çalışmaların “Türk kimliği”ni güçlendireceği düşüncesiyle, bir çeşit kültür emperyalizmi politikası uygulamak suretile  bu çabalara karşı çıktılar.
Bir başka gelişme de Türklerin İslam dinini kabul etmelerini bir çeşit milat gibi algılayan odakların faaliyetleriydi. Bu görüşe göre, Selçukluların 1071 Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’ya yerleşmeleri Türk tarihi açısından bir dönüm noktası oluşturuyordu.  Bu görüş iki açıdan eleştirildi. Türkler çeşitli boylar halinde 1071’den çok önce Anadolu’ya yerleşmişlerdi. Ayrıca, Türk boylarının Selçuklulardan çok önceye uzanan bir geçmişi vardı. Daha sonraları siyasi alanda ortaya çıkan Türk-İslam sentezi akımının da, Atatürk’ün öngördüğü gerçek milli tarih görüşüne uygunluğu  tartışmalıdır.
Yakın dönemde  özellikle sivil toplum platformlarında  Türk dili ve eski Türk Tarihi ile ilgili çalışmaların yeterli olmamakla beraber çoğaldığı gözleniyor. Bir kaç örnek vermek yararlı olur diye düşünüyorum.
Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, “Medler ve Türkler” başlıklı kitabında (Akçağ yayınları, 2013 Ankara) Medlerin etnik köken itibariyle Türk soylu olduklarını, dil bakımından da Altay dillerinin yapısına benzediğini, J.Oppert ve Sigismond Zaborowski gibi dil bilginlerinin görüşlerine ve değerlendirmelerine dayanarak belirtmiştir.  Prof. Dr. Bayrakdar, bununla beraber Medlerin Aryan olduğunu öne süren dil bilimcilerinin savlarına da yer vermiştir.  Bayrakdar hocanın büyük ölçüde Batılı bilim adamlarının eserlerine dayanarak ortaya koyduğu bulguların, tarih yazımını değiştirecek ve Türk ulusu/ soyu algısını genişletecek nitelikte olduğunu işaret etmek istiyorum.
Bir başka örnek olarak,  Dr. A. Akif Poroy’un , Ön-Türklerden  bu yana binlerce yıldır Anadolu’da Türk varlığını  kanıtlamaya çalışan araştırmaları derlediği “Ön-Türkler, Anadolu’nun Kadim ve Gerçek Sahipleri” kitabını gösterebilirim. Dr.Poroy, Ön-Türk kavimlerinin Orta Asya’daki varlığına ilişkin araştırmaların Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra yoğunluk kazandığını ve Ön-Türklere ait bulguların DNA testleri ve karbon testleriyle M.Ö. 5000 öncesini işaret ettiğini ifade ediyor. Dr. Poroy, diğer yandan, bu bulguların bazı Batılı çevrelerce görmezden gelinmesine karşın, ülkemiz okullarına ve toplumumuzun çeşitli katmanlarına duyurulmasının önemini de vurguluyor.
Atatürk’ün sağlığında Türk tarihine ve bağlantılı olarak Türk diline verilen önem Türk kimliğinin ve bilincinin güçlenmesini, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınmış ülkeler sıralamasında üst basamaklara çıkmasını amaçlıyordu.  Günümüzde arkeoloji, eskiçağ  tarihi, antropoloji, filoloji, elektronik, genetik gibi bilim dallarında kaydedilen gelişmeler, antik çağlardaki uygarlıklar hakkında yeni bulguların ortaya çıkmasına ve değerlendirilmesine olanak sağlayacaktır.
Yazımı Atatürk’ün konuya ilişkin özdeyişiyle sonlandırmak istiyorum.
Türk Gencine gerçek Türk Tarihi’ni öğretmek boynumuzun borcu olmalıdır;
zirâ Türk Genci ‘nin cesaretinin de, ferasetinin de, idrâkinin de, inancının da kaynağı gerçek Türk Tarihi’dir. Türk genci atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır."
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK



Friday, July 6, 2018

Lopez Obrador and the Future of Mexican Democracy

López Obrador and the Future of Mexican Democracy
Will He Further Erode the Checks on Executive Power?
Shannon K. O'Neil
SHANNON K. O'NEIL is vice president, deputy director of studies, and Nelson and David Rockefeller senior fellow for Latin America Studies at the Council on Foreign Relations.


Yesterday, Andrés Manuel López Obrador, best known by his initials, AMLO, won Mexico [1]’s presidential election decisively. After 18 years on the campaign trail, including two previous failed presidential runs, thousands of rallies, and, by his count, a visit to every one of Mexico’s 2,400 municipalities, the Tabasco-born politician received the support of 53 percent of voters at the polls, according to an offical rapid count by electoral authorities. Meanwhile, the National Regeneration Movement (MORENA), López Obrador’s four-year-old political party gained a majority in congress and a majority of the nine governorships up for grabs.
López Obrador’s lambasting of Mexico’s corruption, violence, and deep-seated inequalities resonated [2] broadly with the country’s voters. Yet his victory stemmed in no small part from the shortcomings and outright collapse of his competitors. Second-place finisher Ricardo Anaya ran a disorganized campaign with few graspable policy positions. And five-time cabinet member José Antonio Meade, while seen as personally honest and capable, couldn’t rescue the reputation of the Institutional Revolutionary Party (PRI), undone in the eyes of voters by corruption scandal after corruption scandal.
A big question now is what López Obrador will do. His campaign revealed a multitude of voices and positions, with his surrogates often contradicting both the candidate and themselves. But even more important for Mexico’s future will be how López Obrador chooses to enact his policies—and whether he will abide by the often frustrating institutional checks and balances within Mexico’s democratic political system. Here, Peña Nieto and his administration’s institutional chicanery has opened the space and set precedents for López Obrador to further erode the democratic rules of the game.

THE POLICY AGENDA

López Obrador’s big-tent philosophy, which helped him prevail where he failed in the past, has created conflicting interests and likely rival factions in his governing coalition, raising questions about what his specific policies will be. Progressive MORENA loyalists work awkwardly alongside seasoned PRI political operatives, and Workers’ Party delegates will serve side by side with socially conservative Social Encounter Party members.
López Obrador’s personal record also seems contradictory: although he often appears thin-skinned and autocratic, he can be a pragmatic dealmaker, as evidenced by his collaboration as mayor of Mexico City with multi-billionaire Carlos Slim to restore the capital’s historic downtown. Portrayed as a leftist populist by most media outlets, he is also deeply socially conservative—opposed to gay marriage, same-sex adoption, abortion rights, and the legalization of marijuana. While crusading against corruption, he has defended supporters with tainted records, most recently Senator Layda Sansores, who became mired in scandal for charging makeup, jewelry, her grandchildren’s toys, and a host of other personal expenses to taxpayers. Most important, although promising to give voice to Mexico’s oppressed, to throw out the “mafia of power” that has controlled Mexico for so long, López Obrador doesn’t seem to particularly care for democracy’s norms, routinely criticizing the press, independent civil society organizations, the Supreme Court, and others he perceives to have wronged him.
Most observers are focused on his populist economic plans. There, the question is less what he wants to do than how far he will go and how fast his policies will happen. He is unlikely to upend NAFTA [3]—the bigger threat to the quarter-century-old trade agreement comes from the United States. Instead, supporters and detractors alike expect him to shift Mexico’s domestic economic paradigm, expanding the role of government through a broader social safety net and active industrial policies. This will include a mix of benefits for the old and young—higher pensions for retirees and free schooling and apprenticeships for those just starting out. It will also include a minimum-wage hike for workers.
Meanwhile, an invigorated Mexican industrial policy will start on the farm. López Obrador plans to promote food self-sufficiency through a mix of price floors on basic foods such as corn, beans, rice, and beef, combined with cheap or free fertilizer and other government benefits. He has also spoken about spurring economic development in the depressed southeastern states by planting one million hectares of fruit trees, and providing other supports to expand the economic and political clout of Mexico’s small farmers.
Another state champion under López Obrador will be the energy sector. Although talk by his critics of his tearing up private contracts is overblown, the state-owned petroleum company Pemex will likely reclaim its dominant role, the government slowing if not stopping the fast-paced auctions of the last three years, which opened up exploration and production in Mexico to private companies for the first time in over 70 years. And to fulfill the mantra of energy self-sufficiency, billions may go to new refineries. More broadly, López Obrador has promised nearly to double public infrastructure investment as a percentage of GDP, talking of new highways, airports, passenger trains, and an overland Pacific to Atlantic transportation corridor to rival the Panama Canal.
It is unclear how much of this expansive economic agenda will become actual policy. These programs will all cost large sums of money, and López Obrador also promised not to raise taxes or the debt on the campaign trail. Even rising oil prices won’t feed the public treasury as much as in the past; domestic oil production is in decline, and the nation is now a net importer.
Beyond the economy, it is unclear if and how López Obrador will translate his promises into actions. Although taking on Mexico’s deep-seated corruption and reducing historic levels of violence were part of almost every campaign stump speech, he hasn’t let on how he plans to get results. (Morevoer, López Obrador enters office with fraught relations with Mexico’s military, the main stabilizing security force on the streets and in Mexico’s hills today.) Rather, he has been clearest on what policies he will end. He has promised to roll back an education reform designed to limit union control over public schools and transform the curriculum and way of teaching Mexico’s youth, despite its general popularity. And in the international sphere, he and his foreign minister designate have made clear their lack of interest in continuing to play a regional leadership role, particularly on Venezuela.

THE RETURN OF AN UNCHECKED EXECUTIVE?

Just as important as what López Obrador’s policies will be is how he will go about implementing them. Mexico was long known for its imperial presidency, the head of government constrained largely only by a one-term limit. The office’s power dispersed somewhat with democratization and the rise of divided government. But during the Peña Nieto administration, power again concentrated in the executive.
Discretionary spending within the Mexican budget rose substantially under Peña Nieto, topping $18 billion last year, or just under 10 percent of overall government spending. Peña Nieto used these outlays, along with other tactics, to push through a series of structural reforms that included new anti-trust, financial, telecommunications, education, energy, and fiscal policies, even as his PRI party lacked a majority in congress. López Obrador could follow this lead, using outlays to solidify his heterogeneous partisan base and to build a broader legislative or even constitutional coalition for change. Alongside these financial carrots, López Obrador can wield the stick of his anti-corruption crusade, threatening to investigate those hesitant to join his legislative alliances. These tools suggest that Congress will provide few checks and balances against his administration.
The judicial branch, too, is unlikely to check any of his moves. Rule of law is a troubling factor in general in Mexico; the court system’s failures to address widespread impunity over the last decade have diminished its standing. Here, too, Peña Nieto’s skirting of the rules with his Supreme Court picks set an unhealthy precedent for López Obrador to continue. Consider the appointment of Eduardo Medina Mora, a former Mexican ambassador to the United States, to the Supreme Court bench in 2015. Medina Mora didn’t meet the technical requirement of having lived in Mexico in the preceding two years, and many questioned his professional bonafides for the job, focusing in particular on his stint as head of the intelligence service as less than exemplary for an aspirant to the highest Court. Peña Nieto’s move weakened the tradition of appointing accomplished jurists as new justices.
The Peña administration also politicized technical posts to an unhealthy degree, a policy that carried over to other institutions as well. In 2015, despite widespread academic and civil society outrage, it forced through Congress a new vice president at the statistical agency INEGI who didn’t meet the professional requirements laid out in the law. Peña’s transgressions give López Obrador space to do the same when positions open up over the course of his six-year term in these or other autonomous agencies that have similar rules regarding qualifications and processes—including Mexico’s antitrust commission, electoral institute, Central Bank, or independent prosecutor’s office.
Many changes can be made through executive actions or inactions, reflecting a long history of divergences between de jure rules and de facto outcomes. As Peña before him, López Obrador can take advantage of these gaps to fulfill his economic and social agenda with little interference from other branches of government.
Where domestic checks and balances fail, international currency and bond markets could step in, particularly in response to reckless economic policy and potential profligacy. Yet so far, the markets have been relatively unfazed by López Obrador’s rise, assuming he will veer toward pragmatic governance. Debt increased dramatically under Peña Nieto—from 33 percent of GDP in 2012 to roughly 46 percent today—without much worry from Wall Street. And although investors may not give López Obrador and his team as much leeway as they granted to his predecessors, Mexico remains quite solvent, with significant room to increase spending.
The last bastion of democratic defense comes from civil society and a free press. Here, too, Peña Nieto has abused the president’s power. The government stands accused of using sophisticated Israeli spy software not to go after drug cartels but to dig up dirt on journalists and civil society leaders. It has also harassed its critics through repeated tax audits and has utilized its immense public advertising budget to reward media outlets proffering favorable headlines.
López Obrador has already painted independent think tanks and nongovernmental organizations with an ugly brush, dismissing them as abetting the “mafia of power” he has come to defeat. He has also publicly opposed any active governmental oversight role for civil society, for instance in choosing an independent prosecutor. The next president has gotten into his fair share of dustups with the press—emulating the attacks more often heard to Mexico’s north about “fake news” when media reports go against him. In the weeks before the election he went after Reforma, one of the most independent-minded of Mexico’s media outlets, and has repeatedly called out prominent columnists for criticizing his platforms, suggesting more scuffles to come once in office. Perhaps in anticipation of his win, in April his MORENA party voted alongside the PRI in the lower house to keep the Ley Chayote, the slang term Mexicans use to talk about the long-held government practice of doling out payments to journalists and news outlets to gain favorable coverage.
Whether López Obrador turns out to be an economic pragmatist or a populist will shape Mexico’s financial trajectory. But more important for the nation’s political future will be whether he chooses to recognize and respect institutional checks and balances. If he does not, he will ultimately be to blame for undermining Mexico’s still-fragile democracy. But so too will Peña Nieto and his administration, as their choices and behavior over the last six years will have opened the door to further abuse of the system.