ANA dergisi Temmuz-Agustos 2018 sayısında yayınlanan yazım
ATATÜRK, MİLLİ
VE ÇAĞDAŞ EĞİTİM
DİL VE TARİH ÇALIŞMALARI
Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa
Kemal Atatürk, Milli Mücadele’nin en güç koşullar altında sürdüğü savaş ortamında,
kurulmasını zihninde şekillendirdiği yeni devlet ve uygar toplumun altyapısını
oluşturacak adımlar attı. Bu bağlamda, en önemli girişimlerinden biri 15-21 Temmuz 1921 tarihinde Ankara'da
gerçekleştirilen Maarif Kongresidir. O sırada Eskişehir-Kütahya savaşları
yapılmakta, Sakarya'da askerlerimiz doğuya çekilmekteydi. 180 kadın ve erkek öğretmen,
eğitimci, yönetici ve gazetecinin katıldığı bu kongre dönemin Milli Eğitim
Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver başkanlığında yedi gün sürdü. Atatürk cepheyi
bırakarak kongreye ulaştı, ve Milli Eğitim tarihine geçecek nutkunu okudu.
(Atatürk’ün Maarif Kongresini açış konuşmasına
internet’ten erişilebilir.)
Atatürk, bu tarihi konuşmasında bir
“milli terbiye programı “oluşturulması zorunluluğunu belirterek, görüşlerini
şöyle açıkladı: “ Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin
milletimizin gerilemesinde en önemli amil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir
milli terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve fitri
niteliklerimizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve
garpten gelen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciyeyi milliye ve
tarihiyyemizle mütenasip bir kültür kastediyorum. Çünkü davayı millimizin
inkişaf-ı tammı, ancak böyle bir kültür ile temin edilebilir.”
İstiklal Savaşı'nın zorlu günlerinde
Atatürk'ün cepheden bir günlüğüne dahi olsa gelip tarihi açılışını yaptığı Maarif
Kongresi, ülke için bir umut oldu. O dönemde Anadolu'da sadece 3000
öğretmen bulunmakta ve bunların da sadece 20% sini kadın öğretmenler oluşturmaktaydı.
Kongre, sadece düşmanla değil cehaletle
de savaşılacağını ortaya koydu.
Atatürk, özellikle Avrupa devletlerinin ders
kitaplarında yer alan Türkler hakkındaki olumsuz iddialara ve “barbar” deyimi
kullanılarak bir istilacı kavim şeklinde gösterilmelerine karşılık, bunun böyle
olmadığını, Türklerin cihan tarihinde en eski çağlardan beri var olduğunu ve
uygarlığa katkılarının bulunduğunu
düşünüyor ve bu konuların araştırılması gerektiğine inanıyordu.
Atatürk’ün vurguladığı” seciyeyi milliye
ve tarihiyyemizle mütenasip kültür”ün en önemli bileşenlerinin Türk dili ve
Türk tarihi olduğu açıktır.
Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen atılımları
kısaca gözden geçirmeden önce, 600 yılı aşkın Osmanlı İmparatorluğu döneminde
Türk dili ve İslam öncesi Türk tarihinin ümmet anlayışı etkisiyle ihmal
edildiğini ve Tanzimattan sonra filizlenmeye
başlayan milli uyanışın ise yetersiz
kaldığını kaydetmek gerekir.
Atatürk, 15 yıl süren Cumhurbaşkanlığı döneminin ilk
evresinde (1924 – 1928)yoğun siyasi gündem ve gerçekleştirilen devrimler
nedenile Türk dili ve Türk tarihi ile ilgili çalışmalara zaman ayıramadı.
Ancak, 1930’dan ölümüne kadar geçen sürede bir yandan ekonomi, diğer yandan
kültür konularını gündemine aldı ve yoğun çalışmalar gerçekleştirdi.
Türk kültürünün ana dayanaklarını oluşturan tarih ve
dil alanlarında yaşama geçirilen bazı önemli adımları kısaca gözden geçirelim.
-
23
Nisan 1930 ‘da Türk Ocaklarının 6ncı kurultayında Türk Tarih Kurumu’nun
kurulması fikri benimsendi.
-
4
Nisan 1930’da Türk Tarih Heyeti oluşturuldu. 12 Nisan 1931’de Türk Tarihi
Tetkik Cemiyeti kuruldu. Bu dernek 1935
yılında Türk Tarih Kurumu adını alacaktır.
-
Atatürk’ün
başkanlığında çalışmalarını yürüten Türk Tarih heyeti ilk aşamada 600 sayfalık “Türk
Tarihinin Ana Hatları”adlı derleme, çeviri ve telif yazıları içeren bir kitap hazırladı.
Kitap, tartışılmak üzere uzman kişilere dağıtıldı.
-
Daha
sonra, Atatürk’ün “ Türk Tarih Tezi”ni kapsayan
4 ciltlik “ Genel Türk Tarihi” yayınlandı ve Birinci Türk Tarih Kurultayına
sunuldu.
-
2-11
Temmuz 1932 ‘de Birinci Türk Tarih Kurultayı toplandı.
-
12
Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu.
-
1934’de bu kurumun adı Türk Dil ve Araştırma kurumu olarak
daha sonra 1936 da Türk
Dil Kurumu olarak değiştirildi. Türk Dil Kurumu’nun
ilk temel amacı, Türk dilini araştırmak ve dildeki sorunlara çözüm
getirmekti.
-
1936’da
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kuruldu..
-
DTCF
kuruluş amacı, Türk dili, tarihi ve kültürüyle ilgili bilimsel araştırmalar
yapılması, Türk ve Türkiye tarihine kaynaklık edecek bütün eski dillerin
öğretilmesi ve incelenmesi,
-
Türklerin
yaşadıkları yerlerin ortaya çıkarılması,
-
Orta öğretim kurumlarımıza ulusal dil ve tarihimizin bilimsel
ve en yeni anlayışlara göre hazırlanmış öğretmen yetiştirilmesi idi.
-
Eylul
1937’de İkinci Türk Tarih Kongresi toplandı. Bu kongrede “Türk Tarih Tezi”
yabancı bilim adamlarının incelemesine sunuldu. Yabancı tarihçiler “Türk Tarih Tezi”ni destekleyen sunumlar yaptılar.
-
Atatürk, Tahsin Mayatepek’i, 1935-1937 yılları arasında 3 yıla
yakın süreyle Meksika’da Büyükelçilik maslahatgüzarı olarak görevlendirdi.. Mayatepek,
Orta Amerika’da Maya kültüründeki güneş kültü ve güneşe tapınma eyleminin Orta
Asya’daki güneş kültü ile olan ilişkisini, Maya dili ile Türkçe ve diğer Asya dillerinin ilişkisini inceledi ve bu
konularda 14 rapor hazırladı.
-
Atatürk,
İkinci Türk Tarih Kurultayından bir yıl sonra vefat etti.(10 Kasım 1938)
Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil
Kurumu, 11.8.1983 tarih, 2876 sayılı kanunla Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu çatısı altında toplandı.
Atatürk’ün
tarih ve dil konusundaki duyarlılığının nedenini anlamak zor değil.
Yunanlılar
ve İtalyanların Birinci Dünya Savaşı sonunda galip devletler safında yer
almalarının sağladığı avantajı
kullanarak, Mondros ve Sevr Anlaşmaları bağlamında, Anadolu’nun Ege ve Akdeniz
bölgelerinde hak iddia etmelerinin temelinde Batı’ya özgü, Türk kültürünü
küçümseyen bu yaklaşım yer almıştır.
-
Birinci
Dünya Savaşı sonunda İtilaf devletleri Türklerin yurdunu paylaşırken gerekçe
olarak,”Türklerin Asyalı bir sürü olduklarını, tarihlerinde hiç bir
uygarlık kurmadıklarını, Trakya’da,
İstanbul’da hatta Anadolu’nun bir çok bölgesinde azınlıkta olduklarını” öne
sürmüşlerdi. (Enver Ziya Karal: Atatürk ve Tarih, Atatürk’e Saygı, TDK
yayınları Ankara 1969, sayfa 97 ) İtilaf devletlerinin bu iddialarına karşı
milli bir tarih anlatımının ortaya konması gerekiyordu. Atatürk’ün çocukluğunda
başlayan tarih merakı konunun derinlemesine araştırılması gereğini
kamçılamıştı.
-
Türk
tarihçiler ve araştırmacılar, Batılı ve Rus arkeologların Mezopotamya’daki
antik yerleşimlerde yaptıkları kazılarda ortaya çıkartılan bulgulara dayanarak
Hititlerin (M.Ö. 3000 – 1000) ve Sümerlerin (M.O. 4000) ön-Türkler olarak
kabul edilebileceğini ortaya koydular. Ayrıca, Anadolu’nun iç
bölgelerinde yapılan kazılar şaşırtıcı
bulgular ortaya çıkardı.
-
Arkeolojik kazıların yanısıra müzeler
açılması, arşivlerin taranması, uzman
yetiştirilmesi ve antropoloji çalışmalarına da ivme kazandırıldı.
-
Özetle,
Batılı kaynakların çeşitli kavimlerin
gelip geçtiği bir göç yolu olarak niteledikleri Anadolu’nun bir çok özgün
uygarlığın geliştiği bir yaşam alanı olduğu yolundaki Atatürk’ün görüşü
doğrulanıyordu. Bu gelişmeler, Anadolu’daki uygarlıkların çoğunun Yunan-Roma
kökenli olduğunu savunan Batılı tarihçileri ve düşünce odaklarını zor durumda
bırakmış, kurdukları kuramların ve varsayımların tutarlılığı konusunda ciddi
tereddütler ortaya çıkmıştı. Ünlü Fransız tarihçi, dil bilgini ve filozof
Ernest Renan ( 1823 - 1892) “ ...tarihin en güçlü ve en değerli uygarlığını ,
Türkler gibi yakıp yıkmaktan başka marifeti olmayan bir ırk nasıl
gerçekleştirmiş olabilir?...” diyerek tepkisini dile getirmişti.
- Bununla beraber, Benoit Mechin ve Norbert d Bischof
gibi ünlü Batılı tarihçiler, Mezopotamya’da Sümer uygarlığının Türk/Turanlı
boylar tarafından kurulmuş olabileceği değerlendirmesini yapıyorlardı. Türk
boylarının Mezopotamya öncesinden
başlayarak Anadolu’nun çeşitli yerlerinde uygarlıklar kurmuş olmaları hem Türk
tarihine hem Avrupa ve dünya tarihine yeni bir bakış açısı getiriyordu.
Atatürk, 1932’den 1938’e kadar TBMM açış
konuşmalarında dil ve tarih konularına yer vermiş, 1 Kasım 1932’deki
konuşmasında, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarını şu
ifadelerle övmüştür: “Türk Tarih ve Dil
Kurumlarının Türk milli varlığını aydınlatan
çok kıymetli ve önemli birer ilim kurumu mahiyeti aldığını görmek,
hepimizi sevindirici bir hadisedir.” Ölümünden on gün önce 1 Kasım 1938’de kendi adına Başbakan Celal
Bayar tarafından okunan Meclis açış konuşmasında şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“ Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmaları
takdire layık kıymet ve mahiyet arzetmektedir. Tarih tezimizi reddedilmez
delil ve belgelerle ilim dünyasına tanıtan Türk Tarih Kurumu memleketin çeşitli
yerlerinde yeniden kazılar yaptırmış ve uluslararası toplantılara başarıyla
katılarak yaptığı tebliğlerle ecnebi uzmanların ilgi ve takdirlerini
kazanmıştır. Dil Kurumu en güzel ve feyizli bir iş olarak türlü ilimlere ait
Türkçe terimleri tesbit etmiş ve bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden
kurtulma yolunda esaslı adım atmıştır...”
Bu konuşmalarından da anlaşılacağı üzere, Atatürk
ilkelerinin temelinde dil ve tarih
yatmaktadır. Atatürk’ün “ Güneş-dil teorisi” tarih tezi ile bağlantılıdır. 1936
Üçüncü Dil kurultayında Afet İnan’ın, fikirlerin Atatürk’e ait olduğunu
söylediği sözleri kısaltarak
alıntılıyorum: “ ...İlk yurtlarından ayrılmaya mecur kalan Türkler başlıca göç
yolları için yine Güneş’n kılavuzluğundan istifade ettiler. Doğu ve Batı ellerine yayıldılar; o geniş
ülkelerde yüksek varlıklarının ebedi vesikalarını bıraktılar. Öz yurdumuz
Anadolu’nun ilk kültürünü kuran cetlerimiz Güneş’i sembolize ettiler.Onu
sanatlarının inceliklerinde mevzu aldılar.
Türk Tarih Kurumu’nun Alacahöyük’te yaptığı hafriyatta bulunmuş olan
muhtelif güneş kursları bu hakikatin inkar kabul etmez vesikalarıdır... Türk
tarihi Türk ırkını ancak müspet ilim belgeleriyle bulur. Türk dili bunların en
önemlisidir... Bu itibarla, Tarih Kurumu
Türk Dil Kurumunun kendinden ayrılmaz eşidir. Bu iki kurum birlikte yükselmesi,
birbirini tamamlaması gereken iki abidedir. “
Atatürk’ün ölümünden sonra Türk tarihinin kökenleri ve
Güneş Dil Teorisi ile ilgili çalışmalar büyük ölçüde yavaşladı. Bunun
nedenlerini irdelemek için bu yazıda yeterli
yer yok. Ancak, bir kaç noktaya
değinelim.
Atatürk’ün vefatından sonra dünyada
özellikle Avrupa’daki siyasal konjonktürün barış aleyhine bozulması, aşırı
akımların devletlerarası ilişkilere etkileri Türkiye’de de olumsuz yansımalar
meydana getirdi. Bunun bir sonucu olarak, Türk dili ve Türk tarihi ile ilgili
çalışmalar yapan bazı araştırmacılar ve yazarlar haklı ya da haksız suçlamalarla karşılaştılar.
Bazı aydınlar adli kovuşturmaya ve baskıya uğradı. Bu da Türk dili ve tarihinin
derinliğine inmeye yönelik çalışmaları frenleyici ve köreltici bir ortama yol açtı.
Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen bazı
dış odaklar da, tarih ve dil konusundaki
çalışmaların “Türk kimliği”ni güçlendireceği düşüncesiyle, bir çeşit kültür
emperyalizmi politikası uygulamak suretile
bu çabalara karşı çıktılar.
Bir başka gelişme de Türklerin İslam
dinini kabul etmelerini bir çeşit milat gibi algılayan odakların
faaliyetleriydi. Bu görüşe göre, Selçukluların 1071 Malazgirt zaferinden sonra
Anadolu’ya yerleşmeleri Türk tarihi açısından bir dönüm noktası oluşturuyordu. Bu görüş iki açıdan eleştirildi. Türkler
çeşitli boylar halinde 1071’den çok önce Anadolu’ya yerleşmişlerdi. Ayrıca,
Türk boylarının Selçuklulardan çok önceye uzanan bir geçmişi vardı. Daha
sonraları siyasi alanda ortaya çıkan Türk-İslam sentezi akımının da, Atatürk’ün
öngördüğü gerçek milli tarih görüşüne uygunluğu tartışmalıdır.
Yakın dönemde özellikle sivil toplum platformlarında Türk dili ve eski Türk Tarihi ile ilgili
çalışmaların yeterli olmamakla beraber çoğaldığı gözleniyor. Bir kaç örnek
vermek yararlı olur diye düşünüyorum.
Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, “Medler ve
Türkler” başlıklı kitabında (Akçağ yayınları, 2013 Ankara) Medlerin etnik köken
itibariyle Türk soylu olduklarını, dil bakımından da Altay dillerinin yapısına
benzediğini, J.Oppert ve Sigismond Zaborowski gibi dil bilginlerinin görüşlerine
ve değerlendirmelerine dayanarak belirtmiştir.
Prof. Dr. Bayrakdar, bununla beraber Medlerin Aryan olduğunu öne süren
dil bilimcilerinin savlarına da yer vermiştir.
Bayrakdar hocanın büyük ölçüde Batılı bilim adamlarının eserlerine
dayanarak ortaya koyduğu bulguların, tarih yazımını değiştirecek ve Türk ulusu/
soyu algısını genişletecek nitelikte olduğunu işaret etmek istiyorum.
Bir başka örnek olarak, Dr. A. Akif Poroy’un , Ön-Türklerden bu yana binlerce yıldır Anadolu’da Türk
varlığını kanıtlamaya çalışan
araştırmaları derlediği “Ön-Türkler, Anadolu’nun Kadim ve Gerçek Sahipleri”
kitabını gösterebilirim. Dr.Poroy, Ön-Türk kavimlerinin Orta Asya’daki
varlığına ilişkin araştırmaların Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra
yoğunluk kazandığını ve Ön-Türklere ait bulguların DNA testleri ve karbon
testleriyle M.Ö. 5000 öncesini işaret ettiğini ifade ediyor. Dr. Poroy, diğer
yandan, bu bulguların bazı Batılı çevrelerce görmezden gelinmesine karşın,
ülkemiz okullarına ve toplumumuzun çeşitli katmanlarına duyurulmasının önemini
de vurguluyor.
Atatürk’ün sağlığında Türk tarihine ve
bağlantılı olarak Türk diline verilen önem Türk kimliğinin ve bilincinin
güçlenmesini, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınmış ülkeler
sıralamasında üst basamaklara çıkmasını amaçlıyordu. Günümüzde arkeoloji, eskiçağ tarihi, antropoloji, filoloji, elektronik,
genetik gibi bilim dallarında kaydedilen gelişmeler, antik çağlardaki
uygarlıklar hakkında yeni bulguların ortaya çıkmasına ve değerlendirilmesine
olanak sağlayacaktır.
Yazımı Atatürk’ün konuya ilişkin
özdeyişiyle sonlandırmak istiyorum.
“Türk Gencine gerçek Türk Tarihi’ni öğretmek
boynumuzun borcu olmalıdır;
zirâ Türk Genci ‘nin cesaretinin de, ferasetinin de, idrâkinin de,
inancının da kaynağı gerçek Türk Tarihi’dir. Türk genci atalarını
tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır."
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
No comments:
Post a Comment