Wednesday, July 11, 2018

Atatürk, Milli ve Çağdaş Eğitim Dil ve Tarih Çalışmaları


ANA dergisi Temmuz-Agustos 2018 sayısında yayınlanan yazım
ATATÜRK,  MİLLİ  VE  ÇAĞDAŞ  EĞİTİM
DİL VE TARİH ÇALIŞMALARI

Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Milli Mücadele’nin en güç koşullar altında sürdüğü savaş ortamında, kurulmasını zihninde şekillendirdiği yeni devlet ve uygar toplumun altyapısını oluşturacak adımlar attı. Bu bağlamda, en önemli girişimlerinden biri 15-21 Temmuz 1921 tarihinde Ankara'da gerçekleştirilen Maarif Kongresidir. O sırada Eskişehir-Kütahya savaşları yapılmakta, Sakarya'da askerlerimiz doğuya çekilmekteydi. 180 kadın ve erkek öğretmen, eğitimci, yönetici ve gazetecinin katıldığı bu kongre dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver başkanlığında yedi gün sürdü. Atatürk cepheyi bırakarak kongreye ulaştı, ve Milli Eğitim tarihine geçecek nutkunu okudu. (Atatürk’ün Maarif Kongresini açış konuşmasına  internet’ten erişilebilir.)

Atatürk, bu tarihi konuşmasında bir “milli terbiye programı “oluşturulması zorunluluğunu belirterek, görüşlerini şöyle açıkladı: “ Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin gerilemesinde en önemli amil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve fitri niteliklerimizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garpten gelen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciyeyi milliye ve tarihiyyemizle mütenasip bir kültür kastediyorum. Çünkü davayı millimizin inkişaf-ı tammı, ancak böyle bir kültür ile temin edilebilir.”

İstiklal Savaşı'nın zorlu günlerinde Atatürk'ün cepheden bir günlüğüne dahi olsa gelip tarihi açılışını yaptığı Maarif Kongresi, ülke için bir umut oldu. O dönemde Anadolu'da sadece 3000 öğretmen bulunmakta ve bunların da sadece 20% sini kadın öğretmenler oluşturmaktaydı. Kongre,  sadece düşmanla değil cehaletle de savaşılacağını ortaya koydu.

Atatürk, özellikle Avrupa devletlerinin ders kitaplarında yer alan Türkler hakkındaki olumsuz iddialara ve “barbar” deyimi kullanılarak bir istilacı kavim şeklinde gösterilmelerine karşılık, bunun böyle olmadığını, Türklerin cihan tarihinde en eski çağlardan beri var olduğunu ve uygarlığa katkılarının  bulunduğunu düşünüyor ve bu konuların araştırılması gerektiğine inanıyordu.
Atatürk’ün vurguladığı” seciyeyi milliye ve tarihiyyemizle mütenasip kültür”ün en önemli bileşenlerinin Türk dili ve Türk tarihi olduğu açıktır.
Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen atılımları kısaca gözden geçirmeden önce, 600 yılı aşkın Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türk dili ve İslam öncesi Türk tarihinin ümmet anlayışı etkisiyle ihmal edildiğini ve Tanzimattan sonra  filizlenmeye başlayan milli uyanışın  ise yetersiz kaldığını kaydetmek gerekir.
Atatürk, 15 yıl süren Cumhurbaşkanlığı döneminin ilk evresinde (1924 – 1928)yoğun siyasi gündem ve gerçekleştirilen devrimler nedenile Türk dili ve Türk tarihi ile ilgili çalışmalara zaman ayıramadı. Ancak, 1930’dan ölümüne kadar geçen sürede bir yandan ekonomi, diğer yandan kültür konularını gündemine aldı ve yoğun çalışmalar gerçekleştirdi.
Türk kültürünün ana dayanaklarını oluşturan tarih ve dil alanlarında yaşama geçirilen bazı önemli adımları kısaca gözden geçirelim.
-         23 Nisan 1930 ‘da Türk Ocaklarının 6ncı kurultayında Türk Tarih Kurumu’nun kurulması fikri  benimsendi.
-         4 Nisan 1930’da Türk Tarih Heyeti oluşturuldu. 12 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruldu. Bu dernek  1935 yılında Türk Tarih Kurumu adını alacaktır.
-         Atatürk’ün başkanlığında çalışmalarını yürüten Türk Tarih heyeti ilk aşamada 600 sayfalık “Türk Tarihinin Ana Hatları”adlı derleme, çeviri ve telif yazıları içeren bir kitap hazırladı. Kitap, tartışılmak üzere uzman kişilere dağıtıldı.
-         Daha sonra, Atatürk’ün “ Türk Tarih Tezi”ni kapsayan  4 ciltlik “ Genel Türk Tarihi” yayınlandı ve Birinci Türk Tarih Kurultayına sunuldu.
-         2-11 Temmuz 1932 ‘de Birinci Türk Tarih Kurultayı toplandı.
-         12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu.
-         1934’de bu kurumun adı Türk Dil ve Araştırma kurumu olarak  daha sonra 1936 da Türk Dil Kurumu  olarak değiştirildi. Türk Dil Kurumu’nun ilk temel amacı, Türk dilini  araştırmak ve dildeki sorunlara çözüm getirmekti.
-         1936’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kuruldu..  
-         DTCF kuruluş amacı, Türk dili, tarihi ve kültürüyle ilgili bilimsel araştırmalar yapılması, Türk ve Türkiye tarihine kaynaklık edecek bütün eski dillerin öğretilmesi ve incelenmesi,
-          Türklerin yaşadıkları yerlerin ortaya çıkarılması
-          Orta öğretim kurumlarımıza ulusal dil ve tarihimizin bilimsel ve en yeni anlayışlara göre hazırlanmış öğretmen yetiştirilmesi idi.
-         Eylul 1937’de İkinci Türk Tarih Kongresi toplandı. Bu kongrede “Türk Tarih Tezi” yabancı bilim adamlarının incelemesine sunuldu. Yabancı tarihçiler  “Türk Tarih Tezi”ni destekleyen sunumlar yaptılar.
-         Atatürk, Tahsin Mayatepek’i, 1935-1937 yılları arasında 3 yıla yakın süreyle Meksika’da Büyükelçilik maslahatgüzarı olarak görevlendirdi.. Mayatepek, Orta Amerika’da Maya kültüründeki güneş kültü ve güneşe tapınma eyleminin Orta Asya’daki güneş kültü ile olan ilişkisini, Maya dili ile Türkçe ve diğer Asya dillerinin ilişkisini inceledi ve bu konularda 14 rapor hazırladı.

-         Atatürk, İkinci Türk Tarih Kurultayından bir yıl sonra vefat etti.(10 Kasım 1938)
Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 11.8.1983 tarih, 2876 sayılı kanunla Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altında toplandı.

Atatürk’ün tarih ve dil konusundaki duyarlılığının nedenini anlamak zor değil.

Yunanlılar ve İtalyanların Birinci Dünya Savaşı sonunda galip devletler safında yer almalarının  sağladığı avantajı kullanarak, Mondros ve Sevr Anlaşmaları bağlamında, Anadolu’nun Ege ve Akdeniz bölgelerinde hak iddia etmelerinin temelinde Batı’ya özgü, Türk kültürünü küçümseyen bu  yaklaşım yer almıştır. 
-         Birinci Dünya Savaşı sonunda İtilaf devletleri Türklerin yurdunu paylaşırken gerekçe olarak,”Türklerin Asyalı bir sürü olduklarını, tarihlerinde hiç bir uygarlık  kurmadıklarını, Trakya’da, İstanbul’da hatta Anadolu’nun bir çok bölgesinde azınlıkta olduklarını” öne sürmüşlerdi. (Enver Ziya Karal: Atatürk ve Tarih, Atatürk’e Saygı, TDK yayınları Ankara 1969, sayfa 97 ) İtilaf devletlerinin bu iddialarına karşı milli bir tarih anlatımının ortaya konması gerekiyordu. Atatürk’ün çocukluğunda başlayan tarih merakı konunun derinlemesine araştırılması gereğini kamçılamıştı.
-         Türk tarihçiler ve araştırmacılar, Batılı ve Rus arkeologların Mezopotamya’daki antik yerleşimlerde yaptıkları kazılarda ortaya çıkartılan bulgulara dayanarak Hititlerin (M.Ö. 3000 – 1000) ve Sümerlerin (M.O. 4000) ön-Türkler  olarak  kabul edilebileceğini ortaya koydular. Ayrıca, Anadolu’nun iç bölgelerinde  yapılan kazılar şaşırtıcı bulgular ortaya çıkardı.
-         Arkeolojik kazıların yanısıra müzeler açılması,  arşivlerin taranması, uzman yetiştirilmesi ve antropoloji çalışmalarına da ivme kazandırıldı.
-         Özetle, Batılı kaynakların   çeşitli kavimlerin gelip geçtiği bir göç yolu olarak niteledikleri Anadolu’nun bir çok özgün uygarlığın geliştiği bir yaşam alanı olduğu yolundaki Atatürk’ün görüşü doğrulanıyordu. Bu gelişmeler, Anadolu’daki uygarlıkların çoğunun Yunan-Roma kökenli olduğunu savunan Batılı tarihçileri ve düşünce odaklarını zor durumda bırakmış, kurdukları kuramların ve varsayımların tutarlılığı konusunda ciddi tereddütler ortaya çıkmıştı. Ünlü Fransız tarihçi, dil bilgini ve filozof Ernest Renan ( 1823 - 1892) “ ...tarihin en güçlü ve en değerli uygarlığını , Türkler gibi yakıp yıkmaktan başka marifeti olmayan bir ırk nasıl gerçekleştirmiş olabilir?...” diyerek tepkisini dile getirmişti.
-      Bununla beraber, Benoit Mechin ve Norbert d Bischof gibi ünlü Batılı tarihçiler, Mezopotamya’da Sümer uygarlığının Türk/Turanlı boylar tarafından kurulmuş olabileceği değerlendirmesini yapıyorlardı. Türk boylarının  Mezopotamya öncesinden başlayarak Anadolu’nun çeşitli yerlerinde uygarlıklar kurmuş olmaları hem Türk tarihine hem Avrupa ve dünya tarihine yeni bir bakış açısı getiriyordu.
Atatürk, 1932’den 1938’e kadar TBMM açış konuşmalarında dil ve tarih konularına yer vermiş, 1 Kasım 1932’deki konuşmasında, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarını şu ifadelerle övmüştür: “Türk  Tarih ve Dil Kurumlarının Türk milli varlığını  aydınlatan  çok kıymetli ve önemli birer ilim kurumu mahiyeti aldığını görmek, hepimizi sevindirici bir hadisedir.” Ölümünden on gün önce  1 Kasım 1938’de kendi adına Başbakan Celal Bayar tarafından okunan Meclis açış konuşmasında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “ Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmaları  takdire layık kıymet ve mahiyet arzetmektedir. Tarih tezimizi reddedilmez delil ve belgelerle ilim dünyasına tanıtan Türk Tarih Kurumu memleketin çeşitli yerlerinde yeniden kazılar yaptırmış ve uluslararası toplantılara başarıyla katılarak yaptığı tebliğlerle ecnebi uzmanların ilgi ve takdirlerini kazanmıştır. Dil Kurumu en güzel ve feyizli bir iş olarak türlü ilimlere ait Türkçe terimleri tesbit etmiş ve bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adım atmıştır...”
Bu konuşmalarından da anlaşılacağı üzere, Atatürk ilkelerinin  temelinde dil ve tarih yatmaktadır. Atatürk’ün “ Güneş-dil teorisi” tarih tezi ile bağlantılıdır. 1936 Üçüncü Dil kurultayında Afet İnan’ın, fikirlerin Atatürk’e ait olduğunu söylediği sözleri  kısaltarak alıntılıyorum: “ ...İlk yurtlarından ayrılmaya mecur kalan Türkler başlıca göç yolları için yine Güneş’n kılavuzluğundan istifade ettiler.  Doğu ve Batı ellerine yayıldılar; o geniş ülkelerde yüksek varlıklarının ebedi vesikalarını bıraktılar. Öz yurdumuz Anadolu’nun ilk kültürünü kuran cetlerimiz Güneş’i sembolize ettiler.Onu sanatlarının inceliklerinde mevzu aldılar.  Türk Tarih Kurumu’nun Alacahöyük’te yaptığı hafriyatta bulunmuş olan muhtelif güneş kursları bu hakikatin inkar kabul etmez vesikalarıdır... Türk tarihi Türk ırkını ancak müspet ilim belgeleriyle bulur. Türk dili bunların en önemlisidir...  Bu itibarla, Tarih Kurumu Türk Dil Kurumunun kendinden ayrılmaz eşidir. Bu iki kurum birlikte yükselmesi, birbirini tamamlaması gereken iki abidedir. “
Atatürk’ün ölümünden sonra Türk tarihinin kökenleri ve Güneş Dil Teorisi ile ilgili çalışmalar büyük ölçüde yavaşladı. Bunun nedenlerini irdelemek için bu yazıda  yeterli yer yok.  Ancak, bir kaç noktaya değinelim.
Atatürk’ün vefatından sonra dünyada özellikle Avrupa’daki siyasal konjonktürün barış aleyhine bozulması, aşırı akımların devletlerarası ilişkilere etkileri Türkiye’de de olumsuz yansımalar meydana getirdi. Bunun bir sonucu olarak, Türk dili ve Türk tarihi ile ilgili çalışmalar yapan bazı araştırmacılar ve yazarlar  haklı ya da haksız suçlamalarla karşılaştılar. Bazı aydınlar adli kovuşturmaya ve baskıya uğradı. Bu da Türk dili ve tarihinin derinliğine inmeye yönelik çalışmaları frenleyici ve köreltici  bir ortama yol açtı.
Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen bazı dış  odaklar da, tarih ve dil konusundaki çalışmaların “Türk kimliği”ni güçlendireceği düşüncesiyle, bir çeşit kültür emperyalizmi politikası uygulamak suretile  bu çabalara karşı çıktılar.
Bir başka gelişme de Türklerin İslam dinini kabul etmelerini bir çeşit milat gibi algılayan odakların faaliyetleriydi. Bu görüşe göre, Selçukluların 1071 Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’ya yerleşmeleri Türk tarihi açısından bir dönüm noktası oluşturuyordu.  Bu görüş iki açıdan eleştirildi. Türkler çeşitli boylar halinde 1071’den çok önce Anadolu’ya yerleşmişlerdi. Ayrıca, Türk boylarının Selçuklulardan çok önceye uzanan bir geçmişi vardı. Daha sonraları siyasi alanda ortaya çıkan Türk-İslam sentezi akımının da, Atatürk’ün öngördüğü gerçek milli tarih görüşüne uygunluğu  tartışmalıdır.
Yakın dönemde  özellikle sivil toplum platformlarında  Türk dili ve eski Türk Tarihi ile ilgili çalışmaların yeterli olmamakla beraber çoğaldığı gözleniyor. Bir kaç örnek vermek yararlı olur diye düşünüyorum.
Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, “Medler ve Türkler” başlıklı kitabında (Akçağ yayınları, 2013 Ankara) Medlerin etnik köken itibariyle Türk soylu olduklarını, dil bakımından da Altay dillerinin yapısına benzediğini, J.Oppert ve Sigismond Zaborowski gibi dil bilginlerinin görüşlerine ve değerlendirmelerine dayanarak belirtmiştir.  Prof. Dr. Bayrakdar, bununla beraber Medlerin Aryan olduğunu öne süren dil bilimcilerinin savlarına da yer vermiştir.  Bayrakdar hocanın büyük ölçüde Batılı bilim adamlarının eserlerine dayanarak ortaya koyduğu bulguların, tarih yazımını değiştirecek ve Türk ulusu/ soyu algısını genişletecek nitelikte olduğunu işaret etmek istiyorum.
Bir başka örnek olarak,  Dr. A. Akif Poroy’un , Ön-Türklerden  bu yana binlerce yıldır Anadolu’da Türk varlığını  kanıtlamaya çalışan araştırmaları derlediği “Ön-Türkler, Anadolu’nun Kadim ve Gerçek Sahipleri” kitabını gösterebilirim. Dr.Poroy, Ön-Türk kavimlerinin Orta Asya’daki varlığına ilişkin araştırmaların Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra yoğunluk kazandığını ve Ön-Türklere ait bulguların DNA testleri ve karbon testleriyle M.Ö. 5000 öncesini işaret ettiğini ifade ediyor. Dr. Poroy, diğer yandan, bu bulguların bazı Batılı çevrelerce görmezden gelinmesine karşın, ülkemiz okullarına ve toplumumuzun çeşitli katmanlarına duyurulmasının önemini de vurguluyor.
Atatürk’ün sağlığında Türk tarihine ve bağlantılı olarak Türk diline verilen önem Türk kimliğinin ve bilincinin güçlenmesini, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınmış ülkeler sıralamasında üst basamaklara çıkmasını amaçlıyordu.  Günümüzde arkeoloji, eskiçağ  tarihi, antropoloji, filoloji, elektronik, genetik gibi bilim dallarında kaydedilen gelişmeler, antik çağlardaki uygarlıklar hakkında yeni bulguların ortaya çıkmasına ve değerlendirilmesine olanak sağlayacaktır.
Yazımı Atatürk’ün konuya ilişkin özdeyişiyle sonlandırmak istiyorum.
Türk Gencine gerçek Türk Tarihi’ni öğretmek boynumuzun borcu olmalıdır;
zirâ Türk Genci ‘nin cesaretinin de, ferasetinin de, idrâkinin de, inancının da kaynağı gerçek Türk Tarihi’dir. Türk genci atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır."
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK



No comments:

Post a Comment