Myanmar’daki
insanlık faciası
Geride
bıraktığımız 2017 yılında dünyamızda maalesef çok sayıda üzücü doğal afet ve
insan kaynaklı trajediler meydana geldi. Ancak, bu olaylar arasında siyasi
çatışmalardan, çeşitli ayrımcılıklardan ve zülum uygulamalarından kaynaklanan insan göçleri ve bu göçler
sırasında yaşanan yürek parçalayıcı sahneler 2017 yılına damgasını vurdu. Bu konuda ülkemizde de büyük sosyal ve
güvenlik sorunlarına yol açan Suriye’deki
iç savaş ve terör ilk sıralarda yer alıyor. Ancak, sınırlarımızdan
oldukça uzak bir coğrafyada eski adı Burma olan Myanmar’da, Arakan ya da
Rohingya adıyla anılan müslüman ve diğer azınlıklara yönelik insanlık dışı
uygulamalar “etnik temizlik” derecesine varmış bulunuyor. Bu yazımda, Arakan
müslümanlarına Myanmar silahlı kuvvetlerince uygulanan mezalim konusunu ele
alacak ve bunun arka planını aydınlatmaya çalışacağım.
Yeri gelmişken, “etnik temizlik” kavramı hakkında kısaca bilgi vermek
istiyorum. Birleşmiş Milletler Uzmanlar Komisyonu’nca 1993 yılında hazırlanan rapora göre, “ etnik temizlik, bir bölgenin nüfusunun
birörnek(homojen) hale getirilmesi için kuvvet kullanmak ya da korkutmak
suretiyle insanların yerlerini terketmeye zorlanması” olarak tanımlandı. Komisyon, Güvenlik
Konseyi’ne sunulan raporunda, eski Yugoslavya’da keyfi tutuklamalar, işkence,
ırza tecavüz, cinayet, hukuk dışı infazlar, sivillerin ev hapsinde tutulması,
sivillere yönelik askeri saldırılar, kamu ve özel mülkiyet taşınmazlarının
yıkılması olaylarının etnik temizlik olduğunu belirtti. Rapor 1994 yılında
nihai şeklini aldığında, savaş esirlerine ve sivil mahkumlara kötü muamele,
sivillerin insan kalkanı olarak kullanımı, toplu öldürmeler, kültürel eserlerin
tahribi, kişisel malların çalınması, hastanelere, Kızılhaç amblemli
yerleşimlere ve sağlık personeline yönelik saldırılar da “etnik temizlik”
kapsamına alındı.
2017 yılında özellikle Ağustos ayından sonra Arakan müslümanlarının yoğun
olduğu Rakhine eyaletinde yaşananlar, BM Komisyonunun raporunda yer alan bu
ölçütlere uygun. Ağustos 2017
ayından yıl sonuna kadar yaklaşık 650 bin Arakan’lı müslüman çoğunluğu
Bangladeş’e olmak üzere komşu ülkelere feci koşullar altında göç etmek zorunda
kalmıştı. BM Genel Sekreterliğine atanmadan önce BM Mülteciler
Yüksek Komiseri olarak görev yapmış olan Guterres, Myanmar’da yaşanan insanlık
dışı olayları teşhis etmekte tereddüt
etmedi: dünya bir “”etnik temizlik” olayı ile karşı karşıyaydı. ABD, bir süre olayları kınamak ve Myanmar makamlarını
uyarmakla yetindi; ancak yıl sonuna doğru Dışişleri Bakanı Rex Tillerson,
Myanmar’ın kuzey batısında yaşananları “etnik temizlik” olarak niteledi.
Aralık 2017 ayında İslam İşbirliği Teşkilatı
tarafından BM Genel Kurulu’na sunulan karar tasarısını Rusya ve Çin başta olmak
üzere, Kamboçya, Laos, Myanmar, Filipinler, Vietnam, Suriye,
Belarus ve Zimbabve kabul etmediler. 24 üye ülke çekimser oy kullandı.
122 kabul oyu alan bu karara göre,
sağlık çalışanlarının bölgeye girişinin sağlanması, sığınmacıların ülkelerine güvenli bir şekilde
geri gönderilmesi, bütün Rohingya Müslümanları'na vatandaşlık verilmesi ve
Myanmar makamlarının BM genel Sekreterinin atayacağı özel temsilciye ülkeye
giriş izni vermesi ve işbirliğinde
bulunması talep ediliyor.
Arakan müslümanlarının Burma’da sürekli olarak baskı ve
zulüm altında yaşamalarının arka planı, ülkenin bağımsızlığına kavuştuğu 1948
yılına, hatta daha da öncesine uzanıyor. 1823’den itibaren İngiltere yüzyılı aşkın bir süre başta pirinç üretimi
olmak üzere çeşitli alanlardaki insan gücü ihtiyacını karşılamak amacıyla
göçmen yerleşimini teşvik eden bir politika izledi. İngiliz koloni yönetimi, bu
bağlamda ikinci dünya savaşında kendi yanında yer alan göçmen müslümanlara ayrı
bir yaşam alanı vermeyi vaat etti. Oysa, savaşta Japonları desteklemiş olan
milliyetçi Burmalılar 1948’de bağımsızlık kazanınca, İngilizlerin yanında yer
almış olan müslümanların özerk bölge talebini reddettikleri gibi, onlara
vatandaşlık statüsü dahi vermediler. İşte böylece iki toplum arasında kin ve
nefret duyguları alevlenmiş oldu.
1950’de bir grup Arakanlı vatandaşlık ve özerk bölge
talebiyle hükumete karşı ayaklanmaya kalkıştı. Ancak, ordu bu girişimi
bastırdı.
1962’de Askeri bir darbeyle demokrasiye altmış yıl sürecek
olan ara verildi. Rohingya Müslüman azınlığı “milli kimliğe” bir tehdit olarak
gören askeri yönetim, baskı ve şiddet politikalarını sürdürdü. Rohingya sosyal
ve siyasi dernekleri kapatıldı, özel sektör işletmeleri hükumete devredildi.
Keyfi tutuklamalar, işkence, zorla çalıştırma uygulamaları yoğunlaştı.
1977’de askeri yönetim ülkede nüfus sayımı düzenledi.
Rohingya müslümanları vatandaş sayılmadı, durumları “yasadışı” olarak
nitelendirildi. 1982’de yürürlüğe giren Vatandaşlık Yasası, Myanmar’da İngiliz
idaresinden, bir başka ifadeyle 1823’den önce Myanmar’da ataları yerleşik bulunan
bir kişinin vatandaş sayılacağını hükme bağladı. Böylece, Rohingya müslümanları
yasadışı göçmen sayıldı. Oysa, bir çok kuruluşun kayıtlarına göre, Arakan
/Rohingya topluluğunun Myanmar’daki varlığı 12nci yüzyıla hatta daha öncesine
uzanıyor. Arap, İranlı ve Türk gemicilerin ticaret amaçlı seferleri ile bugünkü Rakhine eyaletine ve komşu bölgelere
müslüman yerleşimciler geldi.
“Vatansız” durumda olan Arakan topluluğu sağlık
hizmetlerinden, eğitim olanaklarından yararlanamıyor, bir işyerinde sigortalı olarak çalışamıyor.
Ayrıca, evlenme, mülk sahibi olma, seyahat özgürlüğü ibadet özgürlüğü, seçme ve
seçilme gibi en temel insan haklarından yoksunlar.
Birleşmiş Milletler, İslam İşbirliği Teşkilatı, çok sayıda
devlet ve özellikle insan hakları savunucusu düşünce ve yardım kuruluşları
tarafından kınanan Myanmar’daki Arakan/Rohingya faciası neden son bulmuyor?
Konunun Myanmar’ın iç yapısı ve iç politikası ile ilgili
boyutu önemli.
Myanmar’ın nüfusu 52 milyon. Ülkenin yüzde 89’u Budist.
Müslümanlar nüfusun yüzde 4’ünü oluşturuyor. Anayasa’nın tanıdığı sekiz ana
etnik grup, ayrıca 135 tali etnik grup var. Ülkedeki barış ortamının kalıcı bir hal alması için,
hükumet etnik silahlı grupların tümünün
katılımıyla imzalanacak ulusal bir ateşkes anlaşması için çaba sarf etmekte. Bu
bağlamda, 15 Ekim 2015 günü “Ulusal Ateşkes Anlaşması” imzalandı. Çoğunluğu
budist olan bu etnik gruplar, Arakan müslümanlarına karşı önyargılı, koyu bir
husumet beslemekte. Burma ya da Birmanya olarak bilinen ülkenin resmi adı
1989’dan bu yana Myanmar Birliği Cumhuriyeti. Myanmar adı, ülkenin en büyük
etnik grubu olan Myanma’dan geliyor.
Myanmar’ın 1991 yılında “Nobel Barış Ödülü”ne layık
görülmüş, yirmi yıla yakın bir sürenin çoğunu
ev hapsinde geçirmiş, son defa 2015 yılında yapılmış olan genel
seçimleri büyük oy farkıyla kazanmış ünlü bir siyasetçisi var: NLD (National
League for Democracy) partisi lideri
bayan Aung San Suu Kyi. Burma’nın 1948’de kazanılan bağımsızlığının önderi olan
general Aung San’ın kızı 2016 Şubat ayından bu yana “Devlet danışmanı”
unvanıyla hükumetin fiili başbakanı. Neden hukuki ve siyasi konumuyla tam
yetkili Başbakan değil? Bu özel durum 2008 yılında kabul edilmiş olan Myanmar
Birliği Cumhuriyeti Anayasası’ndan kaynaklanıyor. Anayasaya göre, ülkenin iç ve
dış güvenliği konusunda tek söz sahibi silahlı kuvvetler. Anayasanın 20nci
maddesi, “savunma yapılanması” na çok geniş yetkiler tanıyor. Bir bakıma,
hükumetin eli kolu bağlı. Ayrıca, bayan San Suu Kyi, vefat etmiş olan eşinin ve
çocuklarının İngiliz tabiyetinde olması nedenile, Devlet Başkanı da olamıyor.
Anayasada böyle bir maddeye, San Suu Kyi’nin Devlet Başkanı olmasını
engellemek için yer verildiği rahatlıkla
düşünülebilir. 180 sayfalık bu Anayasa, altmış yıl süreyle iktidarda kalan
silahlı kuvvetlerin sivil otoriteye
dayattığı bir uzlaşma belgesidir.
Bayan Aung San Suu Kyi, özellikle uluslararası alanda
yapılan eleştirileri çoğunlukla askerlerin dilini kullanarak, “terorizmle
mücadele ediyoruz” klişe ifadelerle geçiştirmeye çalışıyor. Burada bir parantez
açarak, terorizm’den neyin kastedildiğini açıklamak yararlı olur. Gerek,
Myanmar silahlı kuvvetler komuta kademesinin, gerekse, hükumetin fiili başkanı
San Suu Kyi’nin sözünü ettikleri terör, kendilerini “Arakan Rohingya Kurtuluş
Ordusu (ARSA) diye tanımlayan militan bir grubun Ekim 2016’da ve daha sonra
Ağustos 2017’de Myanmar silahlı kuvvetlerine bir dizi saldırı gerçekleştirmiş
olmasıdır. Ordunun ARSA’nın bu saldırılarına yanıtı çok şiddetli oldu. Evleri
yakılan, açlıkla karşı karşıya kalan Arakan halkı dalgalar halinde Bengladeş’e
sığındı. ARSA’nın saldırıları, silahlı kuvvetlerin yanısıra aşırı Budist
militanlarının da şiddetli karşı saldırılarına neden oldu.
Birleşmiş Milletler’in ve uluslararası yardım kuruluşların
baskısı sonucu geçen Aralık ayında
Bangladeş hükumetiyle yapılan geri dönüş anlaşmasının çözüm getirmesi
zayıf bir olasılık. Günde 300 sığınmacının geri dönüşü kendilerine vatandaşlık
statüsü tanımayan Myanmar makamlarının insafına kalmış. Uluslararası Af Örgütü,
anlaşmada yer alan koşulları”kabul edilemez” olarak tanımlıyor ve
sıığınmacıların güvenli ve gönüllü geri dönüşleri koşullarının yerine
getirilmediğini vurguluyor. Gerçekten,
Bangladeş’teki sığınmacıların güvenli bir ortam sağlanmadan geri dönmek
istemediklerini de kaydetmek gerekiyor. Buna ek olarak, kısıtlı olanaklara
sahip fakir bir ülke olan Bangladeş’in daha fazla sığınmacı kabul edemeyeceği
belirtiliyor. Diğer yandan, yüzbine yakın
sığınmacı da Tayland’da kamplarda ilkel koşullarda yaşam sürdürüyor.
Ayrıca, güvenlik nedenile Myanmar içinde yer değiştiren etnik gruplar var.
Örneğin Kachin ve Shan eyaletlerinde evlerini terketmeye zorlanan yüz binden
fazla insan kamplarda yaşıyor. Rejimin silahlı kuvvetleri, “Kachin Bağımsızlık
hareketi” adlı ayrılıkçı hareketin kontrolu altında bulunan bu kamplara gıda ve
benzeri yardımların ulaşmasını engelleyebiliyor.
Myanmar’daki bu insanlık ayıbının esas sorumlusu olan
silahlı kuvvetlerin tutumunu değiştirmesine yol açacak bir reform yapılabilir
mi? Ya da uluslararası etkili bir ambargo uygulanabilir mi? Gıda, ayni ve
parasal yardımların sığınmacılara ulaşımına, BM ve insani yardım kuruluşlarınca
görevlendirilen heyetlerin, basın mensuplarının ülkeye girişlerine ve kampları
incelemelerine izin verilmesi, toplu ve bireysel tecavüzlerin, evlerin
yakılmasının, yargısız infazların önlenmesi mümkün olabilir mi?
Aung San Suu Kyi başkanlığındaki sivil hükümetin silahlı
kuvvetlere söz geçirecek durumda olmadığını, demokratik olmayan bir Anayasa ile
elinin kolunun bağlı olduğunu, ayrıca Myanmar’da etnik gruplara uygulanan
baskıların ve insan hakları ihlallerinin onlarca yıldan bu yana sürdüğünü
belirttim. Bu durumda, uluslararası camianın birlik halinde davranarak, bu
insanlık faciasını sona erdirecek bir yol izlemesinden başka çıkar yol
kalmıyor. İlk planda, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın Myanmar’a önce silah,
sonra da ekonomik ambargo uygulaması akla geliyor. Ancak, Çin ve Rusya’nın
stratejik nedenlerle Myanmar hükumeti aleyhine oy kullanmak istememeleri
nedenile, Güvenlik Konseyi’nden kınama ya da ambargo kararı çıkmıyor. Esasen,
Çin, Rusya, İngiltere ve diğer bazı devletler,
Myanmar silahlı kuvvetlerine, yönetime el koyduğu 1962’den bu yana silah
ve askeri teçhizat sağlamamış olsalardı, ordu bugünkü korkutucu gücüne
ulaşabilir miydi?
Myanmar’ın üye olduğu diğer uluslararası kuruluşlar kınama
ve ambargo kararları alabilirler mi?
Örneğin, ellinci yılını kutlayan, başarılı bir bölgesel kuruluş olan ASEAN
(Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği) Myanmar’ın üyeliğini askıya alabilir mi?
UNESCO’nun bir kınama kararı etkili olmaz mı? Myanmar’ın üye olduğu Asya
Kalkınma Bankası, ekonomik yaptırımlar uygulayamaz mı? Bu varsayımları
çoğaltmak mümkün.
Çoktaraflı diplomasi ile paralel olarak ikili ilişkilerin
de devreye girmesi, Myanmar’ın bölge ülkeleri ve başta Çin ve Rusya olmak üzere
büyük devletler tarafından baskı altına alınması da bir diğer seçenek. Diğer
yandan, Nobel ödüllü kişilerin ve dini liderlerin Myanmar hükumetini ve silahlı
kuvvetler komuta kademesini sağduyuya davet eden telkinlerde bulunmaları da
yararlı olabilir. Nitekim, Papa Francis’in 27 Kasım – 2 Aralık 2017
tarihlerinde Myanmar ve Bangladeş’e yaptığı ziyaretlerin, her ne kadar somut
bir etkisi görülmediyse de, yerinde olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, merkezi
Rabat’ta (Fas) bulunan İSESCO’nun (İslam Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü), Nobel
barış ödülü sahipleri rahip Desmond Tutu, Pakistanlı genç kadın Malala Yusufzay
ve Dalai Lama’nın, San-Suu Kyi’nin Nobel ödülünün geri alınmasına ilişkin
açıklamaları dünya kamuoyunda ses getirmiştir.
21nci yüzyılda insan hakları, demokrasi ve bağlantılı
değerlerin Myanmar örneğindeki gibi çiğnenmesi ne kadar üzücü ise, benzer
facialar karşısında uluslararası camianın etkisiz kalması, ayrıca siyaset
olgusunun Nobel gibi saygın ödülleri itibarsızlaştırması bir o kadar hayal
kırıcı ve ümitsizlik kaynağı olmaktadır.
No comments:
Post a Comment