Tuesday, March 27, 2018

Myanmar'daki insanlık facias ı- Önder Özar'ın ANA dergisindeki yazısı


Myanmar’daki insanlık faciası

 

Geride bıraktığımız 2017 yılında dünyamızda maalesef çok sayıda üzücü doğal afet ve insan kaynaklı trajediler meydana geldi. Ancak, bu olaylar arasında siyasi çatışmalardan, çeşitli ayrımcılıklardan ve zülum uygulamalarından  kaynaklanan insan göçleri ve bu göçler sırasında yaşanan yürek parçalayıcı sahneler 2017 yılına damgasını vurdu.  Bu konuda ülkemizde de büyük sosyal ve güvenlik sorunlarına yol açan Suriye’deki  iç savaş ve terör ilk sıralarda yer alıyor. Ancak, sınırlarımızdan oldukça uzak bir coğrafyada eski adı Burma olan Myanmar’da, Arakan ya da Rohingya adıyla anılan müslüman ve diğer azınlıklara yönelik insanlık dışı uygulamalar “etnik temizlik” derecesine varmış bulunuyor. Bu yazımda, Arakan müslümanlarına Myanmar silahlı kuvvetlerince uygulanan mezalim konusunu ele alacak ve bunun arka planını aydınlatmaya çalışacağım.

Yeri gelmişken, “etnik temizlik” kavramı hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. Birleşmiş Milletler Uzmanlar Komisyonu’nca  1993 yılında hazırlanan rapora göre, “ etnik temizlik, bir bölgenin nüfusunun birörnek(homojen) hale getirilmesi için kuvvet kullanmak ya da korkutmak suretiyle insanların yerlerini terketmeye zorlanması”  olarak tanımlandı. Komisyon, Güvenlik Konseyi’ne sunulan raporunda, eski Yugoslavya’da keyfi tutuklamalar, işkence, ırza tecavüz, cinayet, hukuk dışı infazlar, sivillerin ev hapsinde tutulması, sivillere yönelik askeri saldırılar, kamu ve özel mülkiyet taşınmazlarının yıkılması olaylarının etnik temizlik olduğunu belirtti. Rapor 1994 yılında nihai şeklini aldığında, savaş esirlerine ve sivil mahkumlara kötü muamele, sivillerin insan kalkanı olarak kullanımı, toplu öldürmeler, kültürel eserlerin tahribi, kişisel malların çalınması, hastanelere, Kızılhaç amblemli yerleşimlere ve sağlık personeline yönelik saldırılar da “etnik temizlik” kapsamına alındı.

2017 yılında özellikle Ağustos ayından sonra Arakan müslümanlarının yoğun olduğu Rakhine eyaletinde yaşananlar, BM Komisyonunun raporunda yer alan bu ölçütlere uygun. Ağustos 2017 ayından yıl sonuna kadar yaklaşık 650 bin Arakan’lı müslüman çoğunluğu Bangladeş’e olmak üzere komşu ülkelere feci koşullar altında göç etmek zorunda kalmıştı. BM Genel Sekreterliğine atanmadan önce BM Mülteciler Yüksek Komiseri olarak görev yapmış olan Guterres, Myanmar’da yaşanan insanlık dışı olayları teşhis etmekte tereddüt etmedi: dünya bir “”etnik temizlik” olayı ile karşı karşıyaydı. ABD, bir süre olayları kınamak ve Myanmar makamlarını uyarmakla yetindi; ancak yıl sonuna doğru Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, Myanmar’ın kuzey batısında yaşananları “etnik temizlik” olarak niteledi.

Aralık 2017 ayında İslam İşbirliği Teşkilatı tarafından BM Genel Kurulu’na sunulan karar tasarısını Rusya ve Çin başta olmak üzere,  Kamboçya, Laos, Myanmar, Filipinler, Vietnam, Suriye, Belarus ve Zimbabve  kabul  etmediler. 24 üye ülke çekimser oy kullandı. 122 kabul oyu alan bu  karara göre, sağlık çalışanlarının bölgeye girişinin sağlanması,  sığınmacıların ülkelerine güvenli bir şekilde geri gönderilmesi, bütün Rohingya Müslümanları'na vatandaşlık verilmesi ve Myanmar makamlarının BM genel Sekreterinin atayacağı özel temsilciye ülkeye giriş izni  vermesi ve işbirliğinde bulunması talep ediliyor.

Arakan müslümanlarının Burma’da sürekli olarak baskı ve zulüm altında yaşamalarının arka planı, ülkenin bağımsızlığına kavuştuğu 1948 yılına, hatta daha da öncesine uzanıyor. 1823’den itibaren İngiltere  yüzyılı aşkın bir süre başta pirinç üretimi olmak üzere çeşitli alanlardaki insan gücü ihtiyacını karşılamak amacıyla göçmen yerleşimini teşvik eden bir politika izledi. İngiliz koloni yönetimi, bu bağlamda ikinci dünya savaşında kendi yanında yer alan göçmen müslümanlara ayrı bir yaşam alanı vermeyi vaat etti. Oysa, savaşta Japonları desteklemiş olan milliyetçi Burmalılar 1948’de bağımsızlık kazanınca, İngilizlerin yanında yer almış olan müslümanların özerk bölge talebini reddettikleri gibi, onlara vatandaşlık statüsü dahi vermediler. İşte böylece iki toplum arasında kin ve nefret duyguları alevlenmiş oldu.

1950’de bir grup Arakanlı vatandaşlık ve özerk bölge talebiyle hükumete karşı ayaklanmaya kalkıştı. Ancak, ordu bu girişimi bastırdı.

1962’de Askeri bir darbeyle demokrasiye altmış yıl sürecek olan ara verildi. Rohingya Müslüman azınlığı “milli kimliğe” bir tehdit olarak gören askeri yönetim, baskı ve şiddet politikalarını sürdürdü. Rohingya sosyal ve siyasi dernekleri kapatıldı, özel sektör işletmeleri hükumete devredildi. Keyfi tutuklamalar, işkence, zorla çalıştırma uygulamaları yoğunlaştı.

1977’de askeri yönetim ülkede nüfus sayımı düzenledi. Rohingya müslümanları vatandaş sayılmadı, durumları “yasadışı” olarak nitelendirildi. 1982’de yürürlüğe giren Vatandaşlık Yasası, Myanmar’da İngiliz idaresinden, bir başka ifadeyle 1823’den önce Myanmar’da ataları yerleşik bulunan bir kişinin vatandaş sayılacağını hükme bağladı. Böylece, Rohingya müslümanları yasadışı göçmen sayıldı. Oysa, bir çok kuruluşun kayıtlarına göre, Arakan /Rohingya topluluğunun Myanmar’daki varlığı 12nci yüzyıla hatta daha öncesine uzanıyor. Arap, İranlı ve Türk gemicilerin ticaret amaçlı seferleri ile  bugünkü Rakhine eyaletine ve komşu bölgelere müslüman yerleşimciler geldi.

“Vatansız” durumda olan Arakan topluluğu sağlık hizmetlerinden, eğitim olanaklarından yararlanamıyor,  bir işyerinde sigortalı olarak çalışamıyor. Ayrıca, evlenme, mülk sahibi olma, seyahat özgürlüğü ibadet özgürlüğü, seçme ve seçilme gibi en temel insan haklarından yoksunlar.

Birleşmiş Milletler, İslam İşbirliği Teşkilatı, çok sayıda devlet ve özellikle insan hakları savunucusu düşünce ve yardım kuruluşları tarafından kınanan Myanmar’daki Arakan/Rohingya faciası neden son bulmuyor?

Konunun Myanmar’ın iç yapısı ve iç politikası ile ilgili boyutu önemli.

Myanmar’ın nüfusu 52 milyon. Ülkenin yüzde 89’u Budist. Müslümanlar nüfusun yüzde 4’ünü oluşturuyor. Anayasa’nın tanıdığı sekiz ana etnik grup, ayrıca 135 tali etnik grup var. Ülkedeki barış ortamının kalıcı bir hal alması için, hükumet etnik silahlı  grupların tümünün katılımıyla imzalanacak ulusal bir ateşkes anlaşması için çaba sarf etmekte. Bu bağlamda, 15 Ekim 2015 günü “Ulusal Ateşkes Anlaşması” imzalandı. Çoğunluğu budist olan bu etnik gruplar, Arakan müslümanlarına karşı önyargılı, koyu bir husumet beslemekte. Burma ya da Birmanya olarak bilinen ülkenin resmi adı 1989’dan bu yana Myanmar Birliği Cumhuriyeti. Myanmar adı, ülkenin en büyük etnik grubu olan Myanma’dan geliyor.

Myanmar’ın 1991 yılında “Nobel Barış Ödülü”ne layık görülmüş, yirmi yıla yakın bir sürenin çoğunu  ev hapsinde geçirmiş, son defa 2015 yılında yapılmış olan genel seçimleri büyük oy farkıyla kazanmış ünlü bir siyasetçisi var: NLD (National League for  Democracy) partisi lideri bayan Aung San Suu Kyi. Burma’nın 1948’de kazanılan bağımsızlığının önderi olan general Aung San’ın kızı 2016 Şubat ayından bu yana “Devlet danışmanı” unvanıyla hükumetin fiili başbakanı. Neden hukuki ve siyasi konumuyla tam yetkili Başbakan değil? Bu özel durum 2008 yılında kabul edilmiş olan Myanmar Birliği Cumhuriyeti Anayasası’ndan kaynaklanıyor. Anayasaya göre, ülkenin iç ve dış güvenliği konusunda tek söz sahibi silahlı kuvvetler. Anayasanın 20nci maddesi, “savunma yapılanması” na çok geniş yetkiler tanıyor. Bir bakıma, hükumetin eli kolu bağlı. Ayrıca, bayan San Suu Kyi, vefat etmiş olan eşinin ve çocuklarının İngiliz tabiyetinde olması nedenile, Devlet Başkanı da olamıyor. Anayasada böyle bir maddeye, San Suu Kyi’nin Devlet Başkanı olmasını engellemek  için yer verildiği rahatlıkla düşünülebilir. 180 sayfalık bu Anayasa, altmış yıl süreyle iktidarda kalan silahlı kuvvetlerin  sivil otoriteye dayattığı bir uzlaşma belgesidir.

Bayan Aung San Suu Kyi, özellikle uluslararası alanda yapılan eleştirileri çoğunlukla askerlerin dilini kullanarak, “terorizmle mücadele ediyoruz” klişe ifadelerle geçiştirmeye çalışıyor. Burada bir parantez açarak, terorizm’den neyin kastedildiğini açıklamak yararlı olur. Gerek, Myanmar silahlı kuvvetler komuta kademesinin, gerekse, hükumetin fiili başkanı San Suu Kyi’nin sözünü ettikleri terör, kendilerini “Arakan Rohingya Kurtuluş Ordusu (ARSA) diye tanımlayan militan bir grubun Ekim 2016’da ve daha sonra Ağustos 2017’de Myanmar silahlı kuvvetlerine bir dizi saldırı gerçekleştirmiş olmasıdır. Ordunun ARSA’nın bu saldırılarına yanıtı çok şiddetli oldu. Evleri yakılan, açlıkla karşı karşıya kalan Arakan halkı dalgalar halinde Bengladeş’e sığındı. ARSA’nın saldırıları, silahlı kuvvetlerin yanısıra aşırı Budist militanlarının da şiddetli karşı saldırılarına neden oldu.

Birleşmiş Milletler’in ve uluslararası yardım kuruluşların baskısı sonucu geçen Aralık ayında  Bangladeş hükumetiyle yapılan geri dönüş anlaşmasının çözüm getirmesi zayıf bir olasılık. Günde 300 sığınmacının geri dönüşü kendilerine vatandaşlık statüsü tanımayan Myanmar makamlarının insafına kalmış. Uluslararası Af Örgütü, anlaşmada yer alan koşulları”kabul edilemez” olarak tanımlıyor ve sıığınmacıların güvenli ve gönüllü geri dönüşleri koşullarının yerine getirilmediğini vurguluyor. Gerçekten,  Bangladeş’teki sığınmacıların güvenli bir ortam sağlanmadan geri dönmek istemediklerini de kaydetmek gerekiyor. Buna ek olarak, kısıtlı olanaklara sahip fakir bir ülke olan Bangladeş’in daha fazla sığınmacı kabul edemeyeceği belirtiliyor. Diğer yandan, yüzbine yakın  sığınmacı da Tayland’da kamplarda ilkel koşullarda yaşam sürdürüyor. Ayrıca, güvenlik nedenile Myanmar içinde yer değiştiren etnik gruplar var. Örneğin Kachin ve Shan eyaletlerinde evlerini terketmeye zorlanan yüz binden fazla insan kamplarda yaşıyor. Rejimin silahlı kuvvetleri, “Kachin Bağımsızlık hareketi” adlı ayrılıkçı hareketin kontrolu altında bulunan bu kamplara gıda ve benzeri yardımların ulaşmasını engelleyebiliyor.

Myanmar’daki bu insanlık ayıbının esas sorumlusu olan silahlı kuvvetlerin tutumunu değiştirmesine yol açacak bir reform yapılabilir mi? Ya da uluslararası etkili bir ambargo uygulanabilir mi? Gıda, ayni ve parasal yardımların sığınmacılara ulaşımına, BM ve insani yardım kuruluşlarınca görevlendirilen heyetlerin, basın mensuplarının ülkeye girişlerine ve kampları incelemelerine izin verilmesi, toplu ve bireysel tecavüzlerin, evlerin yakılmasının, yargısız infazların önlenmesi mümkün olabilir mi?

Aung San Suu Kyi başkanlığındaki sivil hükümetin silahlı kuvvetlere söz geçirecek durumda olmadığını, demokratik olmayan bir Anayasa ile elinin kolunun bağlı olduğunu, ayrıca Myanmar’da etnik gruplara uygulanan baskıların ve insan hakları ihlallerinin onlarca yıldan bu yana sürdüğünü belirttim. Bu durumda, uluslararası camianın birlik halinde davranarak, bu insanlık faciasını sona erdirecek bir yol izlemesinden başka çıkar yol kalmıyor. İlk planda, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın Myanmar’a önce silah, sonra da ekonomik ambargo uygulaması akla geliyor. Ancak, Çin ve Rusya’nın stratejik nedenlerle Myanmar hükumeti aleyhine oy kullanmak istememeleri nedenile, Güvenlik Konseyi’nden kınama ya da ambargo kararı çıkmıyor. Esasen, Çin, Rusya, İngiltere ve diğer bazı devletler,  Myanmar silahlı kuvvetlerine, yönetime el koyduğu 1962’den bu yana silah ve askeri teçhizat sağlamamış olsalardı, ordu bugünkü korkutucu gücüne ulaşabilir miydi?

Myanmar’ın üye olduğu diğer uluslararası kuruluşlar kınama ve  ambargo kararları alabilirler mi? Örneğin, ellinci yılını kutlayan, başarılı bir bölgesel kuruluş olan ASEAN (Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği) Myanmar’ın üyeliğini askıya alabilir mi? UNESCO’nun bir kınama kararı etkili olmaz mı? Myanmar’ın üye olduğu Asya Kalkınma Bankası, ekonomik yaptırımlar uygulayamaz mı? Bu varsayımları çoğaltmak mümkün.

Çoktaraflı diplomasi ile paralel olarak ikili ilişkilerin de devreye girmesi, Myanmar’ın bölge ülkeleri ve başta Çin ve Rusya olmak üzere büyük devletler tarafından baskı altına alınması da bir diğer seçenek. Diğer yandan, Nobel ödüllü kişilerin ve dini liderlerin Myanmar hükumetini ve silahlı kuvvetler komuta kademesini sağduyuya davet eden telkinlerde bulunmaları da yararlı olabilir. Nitekim, Papa Francis’in 27 Kasım – 2 Aralık 2017 tarihlerinde Myanmar ve Bangladeş’e yaptığı ziyaretlerin, her ne kadar somut bir etkisi görülmediyse de, yerinde olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, merkezi Rabat’ta (Fas) bulunan İSESCO’nun (İslam Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü), Nobel barış ödülü sahipleri rahip Desmond Tutu, Pakistanlı genç kadın Malala Yusufzay ve Dalai Lama’nın, San-Suu Kyi’nin Nobel ödülünün geri alınmasına ilişkin açıklamaları dünya kamuoyunda ses getirmiştir.

21nci yüzyılda insan hakları, demokrasi ve bağlantılı değerlerin Myanmar örneğindeki gibi çiğnenmesi ne kadar üzücü ise, benzer facialar karşısında uluslararası camianın etkisiz kalması, ayrıca siyaset olgusunun Nobel gibi saygın ödülleri itibarsızlaştırması bir o kadar hayal kırıcı ve ümitsizlik kaynağı olmaktadır.

 

No comments:

Post a Comment