Thursday, January 30, 2020

Erdal Yazıcı (Denizcilik Dergisi) Kanal Boğaz'dan çok daha tehlikeli olacak

Kanal boğazdan çok daha tehlikeli olacak

Uzakyol Başmühendisi Erdal Yazıcı İstanbul Boğazı ile Kanal İstanbul arasındaki farkları yazdı.

Denizcilik Dergisini takip edin : LinkedIn - Facebook - Twitter - Instagram - YouTube
Yüksek Denizcilik Okulu 1979 Makine mezunu, Uzakyol Başmühendisi ve Gemi Makineleri İşletme Mühendisi Erdal Yazısı İstanbul boğazı ile Kanal İstanbul arasındaki farkları “güncel tartışmalar”dan yola çıkarak yazdı.
BİR GEMİNİN KÖPRÜ ÜSTÜNDEN KANALA VE İSTANBUL BOĞAZINA BAKIŞ
Gemilerin seyir ve yakın çevresinde yaşayan insanların da mal ve can güvenliği açısından mesleki bilgi ve tecrübelerimi, sonunda da önerilerimi sizlerle paylaşmak isterim. Bu konuda sadece toplumun değil, ilgili tarafların da her konuda bilgilendirilmesi, doğru bilinen yanlışlar varsa, bunların da vaktinde değerlendirilmesi önemlidir. Zira bu proje sadece İstanbul halkını değil, pek çok yönü ile, tüm halkımızı ilgilendirmektedir.
İlk seferime 17 yaşında 160 bin tonluk Gaziantep Tankeri ile çıktım. Süveyş Kanalı’ndan geçerek, İran’ın Harg Adası’nda ham petrol yükledik ve dönüşte Afrika’nın güneyinden, Ümit Burnu’ndan dolaşarak 1 haftada gittiğimiz yolu 35 günde döndük.
Süveyş ve Panama kanalları, gemileri Afrika ve Güney Amerika kıtalarını dolaşmaktan ve 1 ay daha fazla seyir yapmaktan kurtarır.
Bu arada gemiler ağır hava ve deniz koşullarından da korunmuş olur. Kanal İstanbul ise, İstanbul Boğazı’na paraleldir ve kısaltacağı bir yol yoktur. Ancak İstanbul Boğazını diğer su yollarından ayıran bir özelliği dünyanın en güzel şehri olan İstanbulumuzun ortasından geçiyor olmasıdır. Bu da muhtemel kazaların önlenmesi için ciddi güvenlik tedbirlerinin alınmasını gerektirmektedir. Doğrudur.
Şimdi kanalın yapımı için öne sürülen görüşlere teknik açıdan kısaca ve objektif olarak bakalım.
1) İSTANBUL BOĞAZINDA GEMİLER 1-2 HAFTA BEKLİYOR GÖRÜŞÜ
Gemilerin boğaz girişlerinde 1-2 hafta bekledikleri, o nedenle gemilerin kanalı tercih edecekleri söylenmektedir. Eğer bu doğru olsaydı günde ortalama 110 geminin boğazdan geçtiği göz önüne alındığında, boğazın her iki tarafında ve her gün, bin ile bin 500 geminin sıra bekliyor olması gerekirdi.
Oysa böyle bir durum söz konusu değildir. 
Gemilerin bekleme süreleri, fırtına ve sis gibi olumsuz doğa koşulları da dahil olmak üzere ortalama 1-2 gündür.
Tehlikeli yük taşıyan yüksek tonajlı gemilerin bekleme süreleri çok daha kısadır. Gemilerin anlık pozisyonları gemileri GPS ile takip eden uluslararası marinetraffic.com ve vesselfinder.com gibi web sitelerinden takip edilebilir.
Kaldı ki bekleyen gemilerin bir kısmı yağ, yakıt ve kumanya alımı, makine onarımları veya personel değişimleri için beklerler. Ayrıca tehlikeli yükleri, tonajları ve kılavuz kaptan alıp almamaları açısından da Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’nün talimatlarını beklemek ve bu programa uymak zorundadırlar.
Dünya denizlerinde seyreden tüm gemiler gerek limanlarda yükleme ve tahliye için gerekse kanal veya boğaz geçişlerinde sıra beklerler, kötü hava koşulları nedeni ile gerektiğinde demirlerler hatta rotalarını değiştirirler ve bu tür zaman kayıpları normaldir ve navlun maliyetleri içerisinde yer alır.
2 ) BOĞAZLARDAN GEÇEN GEMİLER PARA ÖDEMİYOR GÖRÜŞÜ
Boğazlardan geçen her gemi, fener, sağlık ve tahlisiye için para öder. Kılavuz ve römorkör hizmetleri için de tonaja göre ayrıca para alınır. Burada önemli bir konu var. O da şu : 
Türk Boğazları Montrö Sözleşmesi’nden itibaren uzun yıllar bu bedel altın Frank olarak ödeniyordu. Daha sonra 1983 yılında dolara çevrildi ancak dolar altına göre çok daha az değerlendiği için bu bedelin güncellenmesi halinde yılda 350 milyon dolar olan gelirimizin, 2.4 milyar dolara yükselmesi mümkündür.
Konunun uzmanları bu rakamları ve konuyu daha iyi değerlendirecektir. Öncelikle Montrö’ye dahil ülkeler ile görüşerek bu hakkımız tekrar elde edilebilir diye düşünüyorum.
3 ) KANALDAN TÜRKİYE YILDA 8 MİLYAR DOLAR KAZANACAK GÖRÜŞÜ
Kanal İstanbul ‘un gündeme geldiği 2011 yılında 50 milyar dolarlık bir proje olduğu açıklanmıştı Bugün ise projenin 70 milyar YTL’ye, yani 12-13 milyar dolara, mal olacağı ifade edilmektedir.
Yatırım maliyeti ne olursa olsun, bu kanaldan gelir elde edilebilmesi için her yıl yeterli sayıda geminin boğaz yerine bu kanalı tercih etmesi gerekir. Ancak elimizde bugün için kesin bir rakam yoktur. Sadece gelecek ile ilgili tahminler vardır. Bu kanaldan geçme konusunda karar verecek olanlar ise, o gemilerin seyir güvenliğinden 1. derecede sorumlu olan uzak yol kaptanları ve gemilerin donatan firmalarıdır. Peki bu kararlar neye göre verilecektir.
4 ) KANALDA KAZA İHTİMALİ YOKTUR VEYA DAHA AZDIR GÖRÜŞÜ
Bugün boğaz trafiği eskiden olduğu gibi çift yönlü değil tek yönlüdür. Günümüzde tankerler boğazlardan sadece gündüz geçebilirler. Bu geçişlerinde ise 250 metrenin üzerindeki tankerlere hem kılavuz kaptan hem de römorkör refakat etme zorunluluğu bulunuyor.
Bu tedbirlerin neticesinde 25 senedir trajik bir kaza yaşamadık. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti alınan emniyet tedbirleriyle kaza riskini sıfıra yakın seviyeye indirmiştir ve boğazlarımız dünyanın en emniyetli su yollarındandır.
Kaldı ki, kazaların önemli bir bölümü dümen kitlenmesi ve makine arızası gibi geminin kendi iç teknik donanımlarından kaynaklanmakta olup kanalın bu tür arızaların oluşumunu önlemesi beklenemez. Aynı kazalar orada da olabilir ve sonuçları çok daha yıkıcı ve hatta ölümcül olabilir.
Bir gemiyi ister boğazdan isterseniz kanaldan, baştan kıçtan römorkörler eşliğinde, kılavuz kaptan dahil, her türlü tedbiri alıp geçirin, o geminin makine dairesinde bir yangının çıkmasını ve kısa sürede yangının tüm gemiyi sarmasını, hatta infilak etmesini önleyemezsiniz.
Böyle bir durumda geminin boğazdan geçiyor olması, kanala göre çok daha güvenlidir. Zira o yanan gemiye söndüren römorkörler her açıdan yaklaşabilir. Gemiyi çevirebilir, çekebilir ve çok daha etkin müdahalede bulunabilir.
Böyle bir durumda kanalın etrafındaki yaşam alanları boğaza nazaran çok daha yakın olacağı için, üstelik de kanal boyunca birkaç geçiş köprüsü olacağı için, patlama veya çıkan zehirli gazlar nedeni ile, sonuçları çok daha vahim, hatta ölümcül olabilir.
Bir makine veya dümen arızası için yüzlerce neden sayabiliriz.
Gemilerde otomasyon sistemleri elektronik, hidrolik ve pnömatik devrelere kumanda ederler. Bu devreler üzerinde de çok sayıda selonoid valf, kontaktör, röle, yağ, yakıt ve hava filtreleri bulunur. 
Bu devre elemanları ve filtreler her an ve herhangi bir nedenle arızalanabilir veya tıkanabilir.
Tıpkı bir insanın damarlarının tıkanıp, kalp krizi geçirmesi gibidir. İşte o anda gemiler ya ana makineden, ya dümen kontrolundan yada elektrik enerjisinden mahrum kalabilirler.
Ayrıca kanal, boğaza nazaran çok daha dar olup, çap daraldıkça akışkanların hızı artacağından, kuzeyden güneye olan akıntı, özellikle poyraz havalarda çok daha şiddetli olur. 
Bu şiddetli akıntı ve rüzgarlar, gemileri rotalarında tutmayı zorlaştırır.
7 Knot gibi düşük bir hızla seyreden 200 bin tonluk bir tankeri artı 3 knot akıntı ile beraber toplamda 10 knot hız altında, 2 – 3 römorkör ile bile tutamazsınız.
Günümüzde gemilerin enleri 50 metreye, boyları ise 300 metreye ulaşmıştır.
250 metre genişliğinde dar bir kanaldan geçen bu uzun gemiler herhangi bir kaza anında kanalı ve kanal trafiğini olduğu gibi tıkarlar.
Kendi gövdelerinde de hem baştan hem kıç taraftan ağır hasar alabilirler. Bir yangında ise kanal haftalarca kapalı kalabilir. Boğaz geniş olduğu için diğer gemiler emniyetli bir şekilde yollarına devam ederler ancak kanalda bu söz konusu değildir.
Üstelik kanalda arkadan gelen gemiler oldukları yerde ters çevrilemeyeceği için de, ancak römorkörler ile bu gemileri kıç taraftan bağlayarak, ters yönde çekmek gerekir ki, Kanal ancak bu şekilde ve çok uzun sürelerde boşaltılabilir.
Ayrıca kanalda ve özellikle infilak halinde oluşacak kuvvetli hava basıncı yakın çevrede yaşayan insanlar için, ciddi bir ölüm riski yaratacaktır. Oysa boğazda olan kazalarda bugüne kadar İstanbul halkından kimsenin burnu bile kanamamıştır.
Son 45 yılda sadece 2 tanker kazası yaşanmıştır. Bunlardan biri 25 yıl diğeri de 40 yıl önce yaşanan Independenta tanker yangınıdır. Ancak o yıllardaki boğaz geçiş emniyet kuralları ve sistemleri bugunkü seviyelerde değildi.
Günümüzde ise boğazlardaki kazaların önlenmesine yönelik olarak, gerek azalan gemi sayısı, gerekse Uluslararası Denizcilik Örgütü’nün (IMO) koyduğu ve denetlediği yeni kurallar söz konusu olup bu konuda Kıyı Emniyet Genel Müdürlüğü ile HAVELSAN ve ASELSAN arasında elektro-optik elemanlar içeren, yeni emniyet sistemleri ve yazılımları için anlaşmalar imzalanmıştır.
Bu yeni sistemler de 2023 yılında ek tedbirler olarak hayata geçecektir. Dümen kitlenmesi veya makine arızalarında gemilere boğazlarda her açıdan yaklaşılarak, müdahale edilebilir. Nitekim aralık ayının son haftasında Aşiyan mevkiinde sahile çarpan Songa Iridium gemisi, boğaz trafiğini engellememiştir. O gemi açığa çekilinceye kadar yanından 4 gemi, Marmara’ya doğru yoluna devam etmiştir.
Kuzeyden boğaza giren 265 metre boyunda yüksek tonajlı bir tanker ise, anında demirletilerek asıl olabilecek bir facia boğazın genişliği sebebi ile önlenmiştir.
Eğer 191 metre boyundaki bu gemi kanaldan geçerken makine arızası yapsaydı, kanal trafiğini kitleyecek, arkadan gelen gemiler için de çatışma riski yaratacaktı.
5 ) INDEPENDENTA TANKER YANGINI’NA BİR BAKALIM
Kanalın yapımına sebep olarak gösterilen kazalardan biri olan ve bundan tam 45 yıl önce meydana gelen Independenta Tankeri yangınının 7-8 ay sürdüğü ifade edilmektedir.
Oysa bu yangın 27 gün sürmüştü ancak yıllarca enkazı kaldırılamamıştı ama boğazlardaki gemi trafiği ise devam etmişti.
Bu tarz bir yangın kanalda olursa yanından başka bir gemi geçemeyeceği için uzunca bir süre kanal kapalı kalır.
Kaza sırasında her iki gemide kılavuz kaptan da yoktu
“Evriali adlı Yunan bandıralı şilep, Karadeniz girişinde kılavuz kaptan alarak boğazı emniyetle geçmiş ve Harem önlerinde kılavuz kaptan istenen görevi bitirerek şilepten ayrılmıştır.
“Independenta” adlı Romen tankeri ise Karadeniz’e geçmek üzere boğaz girişine yaklaşırken kılavuz kaptan talep etmiş ancak kılavuz kaptan daha gemiye binmeden, yani her iki gemi de kılavuz kaptan olmaksızın, seyir halinde bulundukları sırada çarpışma meydana gelmiştir.
Benzeri bir tanker infilakı kanalda olursa, yerleşim bölgeleri çok yakın olacağı için çıkan hava basıncı nedeni ile maksimum seviyede fiziksel darbe ve yıkımlar yaşanır.
Sızan zehirli gazlar, kanalın çevresindeki binaların yaratacağı hava koridoru nedeni ile, çok kısa sürede ve en az 10 km. lik bir mesafeye kadar yayılabilir, bu bölgede yaşayan yüzbinlerce insanın hayatını tehlikeye sokabilir. Bir anda bu kadar insana tıbbi müdahale imkanı yoktur.
Nitekim bundan 40 yıl önce yaşanan Independenta Tankeri ‘nin infilakında, hiçbir yıkım veya zehirlenme olayı olmamıştır. Sadece yakın çevredeki binaların camları kırılmıştır.
6 ) BOĞAZLARDAN GEÇEN TANKER VE GEMİ SAYISININ ARTACAK OLMASI GÖRÜŞÜ
Karada var olan Ceyhan – Bakü Petrol Boru Hattı, yeni devreye alınan Türkakımı ve Rusya petrolünü doğrudan Akdeniz’e ulaştıracak olan ve açılması muhtemel Samsun – Ceyhan Boru Hattı nedeniiyle her geçen yıl boğazlardan geçen tanker sayısı azalmaktadır. Daha da azalacaktır.
Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü de azalan bu rakamları internet sitesinde açıklamaktadır. Son 10 yılda geçen gemi sayısı yüzde 27 azalmıştır. Ayrıca deniz taşımacılık sektörü büyük tonajlı gemilere geçtiği için tonaj artsa da gemi sayısı, dolayısı ile de gemi trafiği azalmaktadır.
Yine Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü verilerine göre, İstanbul Boğazı’nı son yılda kullanan 41 bin 103 geminin yüzde 67’sini yükü çok değerli olmayan, dökme yük ve genel kargo gemileri oluşturmaktadır.
Dolayısıyla bu gemilerin ilave para verip de kanalı tercih etmeleri zordur. Geriye kalan tankerlerin de ne kadarının kanalı tercih edecekleri konusu sadece tahminlere dayalıdır. Bugun için elimizde somut bir rakam yoktur. Günümüzde gemi donatan firmalarının her türlü ekstra masraftan kaçındıkları da bir gerçektir.
7 ) YÜKSEK TONAJLI TANKERLER KANALDAN DAHA EMNİYETLİ GEÇECEKTİR
Büyük tonajlı gemilerin draftları yani suya batma miktarları 20 metreye ulaşmıştır. Bu nedenle de daha derin sulara ihtiyaç duyarlar Kanalın açıklanan 25 metre’lik derinliği bu gemilerin kanaldan emniyetli geçmeleri için yeterli değildir.
Karadenizden gelen suyun tuzluluk oranı düşük olduğu için gemi az tuzlu olan bu kanalda daha da batacaktır. Yani gemi ile dip yüzey arasındaki mesafe, 4-5 metrelere inecektir ki, bu suya çürük su denir.
Bu mesafede pervane ve dümenin verimi düşer. Geçen gemi için büyük bir risktir. Gemiler gerektiğinde her an için tam yol verebilirler. Bu türde bir manevra gemiyi dibe doğru yaklaşık 1 ile 1.5 metre daha batırır. Bu durumda geminin seyir emniyeti sıfıra iner. Oysa boğazda böyle bir sorun yoktur. Kanalın dibi beton ile kaplanacaksa herhangi bir tehlike halinde demir de atılamaz. Beton olmasa bile, demir atıldığında geminin kıç tarafı mutlaka ya sancağa ya iskeleye çeker ve kanalın duvarlarına çarparak, bordasında ağır hasarlar oluşabilir.
Zamanla yağan yağmurlar ve toprak hareketleri nedeniyle kanalın dibi ayrıca çamurla dolacaktır. Bu çamur ve Karadeniz’den akıntı ile gelecek olan kumlar gemilerin kanalın dibine olan mesafesini daha da azaltacaktır.
Dipteki bu çamurlar pervanenin yaratacağı anafor nedeni ile soğutma suyu olarak derinden alınan kinistin valflerinin deniz suyu filtrelerini tıkayabilir. Bu ise ana makine ve jeneratörlerin hararetini yükseltir. Hatta stop etmelerine sebep olabilir. Bütün bu faktörler, gemi kaptanlarının kanalı tercih edip etmeyeceklerini belirler.
Sürekli olarak kanalın dibinde biriken bu çamurun temizlenmesi ve tahliyesi gerekir ki bu iş de uzun zaman ve yüksek maliyetler gerektirir.
Bugüne kadar hiç kimse tarafından dile getirilmeyen bir tehlike de şudur :
Bazı yüzme havuzlarında yaratılan suni dalgaları gözlerimizin önüne getirelim. 
İstanbul’da beklenen 7.5 şiddetindeki deprem esnasında dar kanalın suları aynı bu havuzlarda olduğu gibi çalkalanacak ve her 2 duvar arasında metrelerce seviye değiştirecektir. Bu esnada kanalda olan tankerlerin havaya yükselip dibe vurmaları ve gövdelerinin parçalanması kaçınılmazdır. Kanal bir anda petrole boğulur hem Karadeniz hem de Marmara denizimiz için geri dönülemez bir facia yaşanır. Biz denizciler kıyıya yakın sığ sularda aniden yükselen dalgaların, özellikle uzun gemilerin dibe vurup parçalanmasına yol açma tehlikesini çok iyi biliriz. Aniden çıkan fırtınalardan ötürü yükselen dalgalarda gemi parçalanmasın diye, gemilerin halatlarını çözmeye vakit bulamayıp baltalar ile parçalayarak iskeleden açığa kaçtığımız çok olmuştur. Bu tür olasılıkların ve tehlikelerin şakası yoktur. Risk alınamaz.
Sonuç olarak sunulan öneriler
1 ) Her iki su yolunun önceden Simülasyonu yapılmalıdır :
Kanalın tanıtımı için hazırlanan 3D görüntüler cezbedici ancak yeterli değildir. 
İlgili bakanlık basit bir iskeleye dahi onay vermek için simülasyon çalışması istemektedir.
Kanal ve boğaz geçişi için, yüksek tonajlı bir tankerin her türlü ağır koşullar altında acil demirleme, deprem, yangın, infilak, römorkörlerle kurtarma ve yangın söndürme senaryoları simüle edilerek hangi su yolunda gemilerin ve çevrede yaşayan insanların daha güvende olduğu bilimsel olarak mukayese ve rapor edilmelidir. Bu simülasyonun uluslararası boyutta çalışan, tecrübeli ve bağımsız bir kuruma yaptırılması tercih edilmelidir.
2 ) Sigorta konusu iyi etüd edilmelidir :
Kanalın yukarıda bahsi geçen ilave riskleri nedeni ile, buradan geçecek olan gemilerin ve yüklerinin tazmini yönünde, uluslar arası sigorta şirketlerinin ek risk primi ve tazminat isteme haklarının olup olmayacağı, yine bu konunun uzmanları tarafından ve önceden kesin olarak incelenmesi ve rapor edilmesinde yarar vardır.
3 ) Montrö Antlaşması riske edilmemelidir :
Bin 550 sayfalık ÇED raporunda sadece bir satır olarak yer alan ve ileride Saros’dan başlayıp, Çanakkale Boğazını’da bypass eden 2. bir kanal yapımı dile getirilmektedir. Bu da son derece dikkat çekici olup özellikle Montrö’nün hiçbir şekilde tartışmaya açılmaması, bunun için en ufak bir ihtimal bile olsa dikkatli ve duyarlı olunmasının ülkemizin ve halkımızın geleceği açısından yararlı olduğunu düşünüyorum.
4 ) Kanal yerine boru hattı tercih edilmelidir :
Her iki görüşün de ileriye sürdüğü olumsuzlukların tümünü ortadan kaldıracak gerçekçi bir çözüm olarak, Rusya petrolünü doğrudan Akdenize – Ceyhan’a taşıyacak olan yeni bir boru hattının yapımı tercih edilmelidir.
Bu hat Samsun – Ceyhan Boru Hattı olabileceği gibi daha da ideali Novorossiysk – Ceyhan Boru Hattı’dır.
Bu hat boğazlardaki tanker trafiğini tamamen ortadan kaldıracak, Montrö’yü tartışma zemininden, Türkiye’yi de 30 – 40 milyar dolar para harcamaktan kurtaracak bir çözümdür. 
Ülkemize para kazandırması da kesin olan akılcı bir yaklaşımdır.

Tuesday, January 28, 2020

Sabahattin Önkibar'ın iddiası: Üç isim Erdoğan'ı iiktidarda tutuyor.

Erdoğan'ı son 10 yılda iktidarda bu üç isim tutuyor

Sabahattin Önkibar yazdı


Fetullah Gülen, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli.
Tayyip Erdoğan 18 yıllık iktidarındaki son 10 yılını bu üç isme borçlu.
Fetullah alçağı ile haşhaşileri olmasa Türk Silahlı Kuvvetleri bugünkü gibi acınacak hale düşmez ve Özgür Suriye Ordusu gibi dinci-cani güruhlar “alternatif ordu” olarak selamlanmazdı.
Keza FETÖ olmasa, yargı ve hatta devletin tamamı topyekün Saray’a bağlanamazdı.
FETÖ gün oldu Truva atı, gün oldu sopa işlevi görerek Erdoğan’ın önünü açtı.
NEO-LİBERAL DÖNEKLERLE BULUŞMA
Peki Kemal Kılıçdaroğlu mu?
O da varlığı ile adeta Tayyip Erdoğan için Hızır Aleyhisselam; zira Erdoğan ne zaman tökezlese imdadına yetişiyor ki, arşivler ortada.
Tayyip Erdoğan’ı altında kaldığı PKK ve FETÖ enkazından kurtaran Kemal Kılıçdaroğlu oldu.
Kılıçdaroğlu bu iki konuda bırakın milli olabilmeyi, suskun ve o iki örgüte mesafeli kalabilse Tayyip Erdoğan şimdi sokağa bile çıkamazdı.
Erdoğan’ın kullanıp attığı bu iki emperyal çeteye sahiplenmek ise aslında Kemal Kılıçdaroğlu’nun politika bilmemesinden ziyade onun TESEV’de işareti alınan karanlık misyonunu resmediyor.
Öyle olmasa birkaç gün önce PKK-FETÖ mühibbi neo-liberal döneklerle buluşup Türkiye’yi onlarla kurtarmaya çalışmazdı.
Onlar ki bu ülkenin on binde birini bile temsil etmeyen emperyal güdümlü marjinal bir güruh.
Sonuç ortada; Kılıçdaroğlu son dönem pek çok doğruyu dillendirmesine rağmen bu görüntü ve imajı sebebiyle topluma güven telkin edip karşılık bulamıyor ve partisini büyütemiyor. Oysa Türkiye abartısız olarak son 90 yılın en büyük çöküşünü ve yıkımını yaşıyor; yani iklim çok müsait.
ADAY GÜL MÜ
Gelelim Devlet Bahçeli’ye...
Emin olun; onun özellikle son 5 yıllık pozisyonu Fetullah ile Kılıçdaroğlu’ndan daha dramatik.
Bahçeli’nin PKK’dan daha tehlikeli ilan ettiği ve Türkçülüğü bölücülük sayıp, Türk milliyetçiliğini ayaklar altına alan Tayyip Erdoğan’ın Saray’ına apansız kayıtsız-şartsız bekçi olması haklı olarak pek soruyu gündeme taşıdı.
Bahçeli’deki bu savrulma, Erdoğan’ın yargı desteğiyle koltuğunu korumasından, görevli ve mecbur olmasına kadar pek çok spekülasyon doğurdu.
Sonuç ortada… Fetullah alçağı olmasa Erdoğan hükümetti ama, iktidar olamazdı zira, TSK ile yargı Erdoğan’ı frenlerdi. Aynı şekilde CHP’nin başında Kılıçdaroğlu, MHP’nin başında Bahçeli olmasa Erdoğan 2020’yi göremezdi, ki biz bunu yıllardır onlarca kere yazıp söyledik… Korkarım bu tablo oldukça Erdoğan var olmaya devam edecek. Bu itibarla öncelik yeni bir muhalefeti inşaadan geçiyor.
Bu vesile ile toplumun “Ümit Adamlar” olarak bağrına bastığı Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yayaş’ı uyaralım:
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı kendileri değil Abdullah Gül’dür. Dolayısı ile bunu bilerek politika yapmalıdırlar…
Sabahattin Önkibar
Odatv.com

Article by Mustafa Özbey, Rtd.Admiral : Opening the Montreux Convention to debate is an act of strategic blindness

01/27/2020

Opening the Montreux Convention to debate is an act of strategic blindness

Opening the Montreux Convention to debate is an act of strategic blindness
Some experts have been saying that the Istanbul Canal will open the Montreux Convention up to debate, despite the government’s assurance that the Istanbul Canal and the 1936 agreement regarding Turkey’s ownership of the Turkish Straits are independent of each other. Retired Admiral Mustafa Ozbey has evaluated the Istanbul Canal’s correlation to the Montreux convention, and offered his opinions about how the Canal might affect it.
Ozbey believes that the Montreux agreement has already been opened up to debate by President Erdogan himself, adding that “while Turkey’s west, south and east are already in conflict and at risk, it is an act of strategic blindness to open the Black Sea to debate over the Istanbul Canal.”
The Istanbul Canal has already debated in the context of its damage to the environment, the ecological differences between the Black Sea and the Sea of Marmara, the route which the Canal will be built, security concerns and more. The biggest controversy around the Canal, however, is its correlation with the Montreux Straits Convention.
Ozbey suggests that there is a lot of disinformation spreading about the relationship between the Istanbul Canal and the Montreux Convention, and even worse, that this disinformation has been crafted intentionally by those who oppose the Canal. “If you notice, the supporters of the Canal are avoiding the Montreux debate as much as possible, whereas we are highlighting it specifically as the main issue. However, we are debating it in the wrong way, making it difficult to understand,” Ozbey said.
Ozbey stressed the importance of making the Canal-Montreux Convention correlation simple, understandable and clear, and has evaluated the relationship with anecdotes:

The convention assures our sovereignty

1. The Montreux Convention Regarding the Regime of the Turkish Straits, is one of the most important international conventions of the 20th century.
2. The Convention ensured that all the powers of the Straits Commission (established alongside the Treaty of Lausanne to regulate the transit of ships and our sovereign rights for the Turkish Straits Region) be given to Turkey.
3. The Convention’s verdicts include sovereign rights for Turkey far beyond the powers of the previous commission. The Convention also granted Turkey management of one of the most critical passageways in the world.
PxFuel

The application’s immunity 

4. Turkey has fulfilled its authority and responsibility with such success during the Second World War and the Cold War eras, that an ‘unwritten immunity’ has been established for the convention.
5. In light of the Convention’s fair and successful implementation, the signatories did not even request any repeal/amendment, despite that the terms of the Convention expired 20 years ago.
6. With the statutes that were established in 1994 regulating the transit of merchant ships, Turkey clarified the principle of ‘freedom of passage.’ Turkey has used the arrangement to pressure the IMO to adopt new safety precautions through the Turkish Straits. With the other improvements it has implemented over time, Turkey has used its authority to improve both the navigation of transitions and the overall safety of the Turkish Straits.

Things can be accomplished without leaving the convention

7. Turkey should use its right and authority to make crossing through the straits safer without having to open a canal that will be extremely expensive and potentially cause an environmental disaster.
8. Experts believe that the canal could actually make crossings more dangerous.
9. The ‘free of crossings’ hypothesis, one of the justifications for the Canal, is also based on a misleading argument. Strait crossings are conducted in accordance with the verdicts of the convention. Increasing the income from crossings is also possible by staying within the Montreux Convention. The Convention is backed by the Gold Standard as a result of using the French Franc as its payment currency. In 1981, Turkey experienced a huge loss of revenue as a result of using the US Dollar as a currency instead of the Franc. By correcting this mistake, Turkey will be able to increase its income significantly.

False justifications

10. Charging a fee for Canal crossings is unlikely. This is essentially an imaginary justification for the construction of the Canal. Even if the Montreux Convention is ‘repealed’, it will not be possible for merchant ships to be diverted to another route.
11. As discussed earlier, the security and income of transit will not actually increase with the opening of the Canal.
By Randam – Own work. Adjusted from Kanal İstanbul.svg, CC BY-SA 4.0, https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=84903496

US warships

12. In regard to warships using the Strait: although there have been some attempts to violate the agreement, countries have been found to be complying to the verdicts of the Convention. However, it is well known that the United States is not happy with the restrictions on the Black Sea and is striving to change things.
In this context, if the Canal is opened, technical debates such as those around the Dardanelles Canal, as well as debates over whether warships should be allowed to pass through the Canal or not, could prove dangerous.
13. Erdogan has made his first major mistake around the issue by inviting NATO to the Black Sea after the downing of the Russian jet in 2016. NATO exercises grew more frequent as a result.

The question is now unfortunately open to debate

14. Even if Turkey gives up on the idea of the Canal, the Convention has already been opened to debate by Erdogan. Although the United States is not even a party to this Convention, we can expect that it is preparing amendments for the passage of warships and its presence in the Black Sea, via Romania and/or Bulgaria.
15. While Turkey’s west, south and east are already in conflict and at risk, it is an act of strategic blindness to open the Black Sea to debate over the Istanbul Canal.
16. Russia is observing these debates very quietly and with diplomatic courtesy “for the time being.” However, Russia has stated that it considers the Montreux Convention, ‘sacred’. Thus, it will not actively involve itself in the debate until the last moment. Moscow will, however, monitor the formation of any new fault lines between the US and Turkey. It should also be kept in mind that if Russia sees concrete cooperation between the United States and Turkey, such as that which would inevitably result from violating the Montreux Convention, it will use all the cards it has to counter it.
Turkey should immediately end the fabricated ‘Canal Istanbul’ disgrace, and return to its former path.
————————————————-
Mustafa Ozbey started his career in 1965 as a naval officer Following his graduation from Turkish Naval Academy
Ozbey actively participated in the Cyprus Peace Operation in 1974 and Kardak Crisis.
In 1996, Ozbey served in various different warships as a department head, executive and commanding officer
He has also served as a destroyer division commodore and flag officer for various combatant squadrons .
Most recently, he was a chief of staff at Turkish Fleet HQ as rear admiral.
Ozbey has participated in advanced training programs both domestically and abroad, and worked in NATO Headquarters in Brussels between 1984 and 1987.
He retired in 2001 with the rank of Rear Admiral at his own request.


Independent analytical center where political scientists and experts in international relations from various countries exchange their opinions and views.

The Montreux Convention: Russia's Perspective by Ali Tuygan (Rtd.Ambassador)


The Montreux Convention: Russia’s Perspective

January 28, 2020
“Canal İstanbul”, first introduced to the public as a “crazy project” by Turkey’s Justice and Development Party (JDP) Government, has become the subject of an increasingly heated discussion. Among the various aspects of the project currently debated are its environmental impact, the cost, huge private land purchases in the area and last but not least its implications for the Montreux Convention of 1936 regulating passage through the “Straits of the Dardanelles, the Sea of Marmara and the Bosphorus comprised under the general term ‘Straits’ ”.
Until now, the Government has remained silent on this last issue. Only recently, President Erdogan said the Convention was only “binding” for the Turkish Straits and Canal Istanbul project would be “totally outside Montreux.” Responding to a question on whether warships will continue to cross the Turkish Straits under the limits set down by the Convention, he said: “We would find a solution for them.” He also questioned how 200,000-ton oil tankers could pass through the Bosphorus under the of freedom of passage and this could not be challenged under the Convention. “Some may not dare say this but I can. If there is a threat to our European and Asian shores then we would do whatever is necessary to prevent it.”
I am no historian, but I happen to be familiar with the implementation of the Montreux Convention. As a member of Turkey’s nowadays reviled “mon cher” school of traditional diplomacy, I was responsible, from 1982 to 1985, for the implementation of the Convention as Turkish Foreign Ministry’s Director for Maritime and Aviation affairs.
Two anecdotes before I move into the more serious historical background:
Around mid-February 1984, the Deputy Chief of Mission of the USSR Embassy in Ankara urgently came to see me. A vessel of the Soviet Navy was about to enter the Dardanelles but they had failed to send us the note informing us of its passage on February 9, because the death of Mr. Yuri Andropov, Secretary General of the Communist Party on that very day had caused a lot of confusion at the Embassy and the note was just left somewhere. Since this was indeed a special situation, I took his request with a positive view all the way up to the Foreign Minister and got his instructions to let the vessel pass. When I told my Soviet counterpart that the Minister decided accordingly, he was pleased but also shocked. He asked, “did this really go up to the Minister?” I responded, “yes, because this is how we implement the Montreux Convention, with honesty, strictest respect for the rules and transparency.”
Years later I was Deputy Undersecretary for Political Affairs. Since the Under Secretary was away, I was also filling in for him. My colleagues informed me that a naval vessel of a major European ally was about to enter the Dardanelles but since they did not know the rules, they had not sent us a note and we had not informed the signatories of the Convention of its passage accordingly. With the experience of hindsight, I said that I was indeed sorry but “ignorance of the law does not constitute an excuse”. The vessel had to change course and head somewhere else.
As for the historical background to the Montreux Convention, particularly the Russian perspective, I would quote extensively from the remarkable works of historians.
For a start, even I can say that as Tsarist Russia emerged as European power its eyes were set on İstanbul and the Turkish Straits. Because, there was no way Russia could emerge as a naval power without easy access to the warm seas, that is the Mediterranean. Russia’s main fleet, naval base and shipyards were in the eastern Baltic frozen throughout the long winter season. Russia also had naval bases on the Pacific but supplying them was extremely difficult given the huge distances and lack of railway transport until much later.
For example, Russia’s indisputable defeat in the 1905 Japan-Russia war was also the result of its inability shore up its Pacific fleet.
The Black Sea Fleet was closer than the Baltic one, but according to the Treaty of Berlin (1878), Russia had no right to send warships through the Ottoman Straits, as London had just reminded St. Petersburg. So, in October 1904, the Tsar asked Admiral Rozhdestvensky, commander of the Baltic Fleet to relieve Port Arthur – by way of the North Sea, the Atlantic Ocean, the Mediterranean, the Suez Canal, the Red Sea, the Indian Ocean and the South China Sea. It took Admiral Rozhdestvensky eight months to reach the Straits of Tsushima and by that time neither his vessels nor his crew were in shape to confront the Japanese.[i]
Moreover, “the question of the Straits concerned the security of Russia’s trade. What really worried the government was Russian exports, because on these depended the empire’s favourable trade balance and therefore the government’s entire strategy of economic development. In 1910, according to the Naval General Staff, 43.3 percent of Russian exports passed through Russia’s Black Sea ports, including the overwhelming majority of grain exports… The Ukrainian and Russian regions whose produces flowed through the Black Sea were the most dynamic regions of the empire’s economy.”[ii]
Thus, during the 1853-1856 Crimean War Russian exports suffered. During the 1877-1878 Turkish Russian war, Russian forces were at the gates of İstanbul but their exports again suffered. The Turkish-Italian war of 1911-1912 also caused great loss to Russia’s trade.
In the background to these lay, needless to say, Tsarist Russia’s Pan-Slavism ideology which drew inspiration from its history, ethno-religious identity and the desire to restore the Greek-Orthodox empire. Pan-Slavism had many advocates but also a few critics.
A century ago, Tsarina Catherine the Great had named his older grandson Alexander and the younger Konstantin, hoping that the latter would someday lead that Greek-Orthodox empire. When she met with Habsburg Emperor Joseph II in Mogilev in 1789, to discuss the partitioning of the Ottoman Empire, she made no secret of her vision of Byzantium revived under her grandson’s rule.[iii]
After the invasion of Libya by Italy in 1911, the First Balkan War at the end of which the Ottoman empire lost most of its territories in Europe, the demise of the empire was a foregone conclusion. Decades and decades of decadent rule, failure to grasp let alone keep pace with political, economic, cultural and technological progress had brought the once mighty empire to a point where its territories and even its capital were up for grabs. Major powers were making plans for their claims on Ottoman territories and these were being taken up in intensive diplomatic talks among them. The beginning of the First World War only added momentum to the process. Tsarist Russia saw the War as the greatest opportunity to get hold of İstanbul and the Turkish Straits.
The negotiations regarding the partitioning of the Ottoman Empire among the three Entente allies took some time. Britain and France knew that they had to keep Russia in the war if they were to avoid a German victory on the western front. British Foreign Secretary Sir Edward Grey was forthcoming, largely ready with what his country would expect in return for yielding İstanbul and the Straits to Russia. French Foreign Minister Théophile Delcassé was more hesitant because of the prospect of Russian power expanding to the Mediterranean. Russian Foreign Minister Serge Sazonov played his cards well. At times he threatened the British and French Ambassadors with resigning his post unless Russia’s demands were met. What his threat implied was a separate peace with Germany by his more conservative successors.
Finally, “Sir Mark Sykes and François Georges Picot, after negotiating potential British and French spheres of influence in the Middle East, arrived in Petrograd in March 1916 to finalize Ottoman partition terms with Sazonov inside the Russian Foreign Ministry. In addition to the areas she had already conquered, the notorious Sazonov-Sykes-Picot Agreement of May 1916 gave Russia İstanbul and the Straits in case the allies won the war, fulfilling the ambition of every emperor since Catherine the Great.”[iv]
Nonetheless, the project failed.
Firstly, Allied defeat and withdrawal from Gallipoli in January 1916 proved that Turkey was not going to be written off so easily. Thus, Britain and France failed to join with Russia across the Mediterranean, the Straits and the Black Sea, preventing them from sending much needed supplies to their ally.  Whether Serge Sazonov would have been delighted to see that happen is far from certain. Because, that might have led Russia’s two allies to be less generous during the diplomatic process which ended with their acceptance of Russia’s demands in March 1916, only two months later.
Secondly, the Bolshevik revolution ended the tsarist rule, made public all the imperialistic secret agreements concluded with Britain and France and on March 3, 1918, in Brest-Litovsk, Russia’s new leaders signed a peace treaty with the Central Powers (Germany, Austria-Hungary, Ottoman Empire, Bulgaria) ending its participation in the First World War.
Later, despite energetic lobbying at the Paris Peace Conference by such old-regime diplomats (as former foreign ministers) Izvolsky and Sazonov, the Whites simply had no diplomatic leverage, as they discovered when their request for a role in the postwar Ottoman Straits regime, pursuant to the old Sazonov-Sykes-Picot Agreement, was summarily dismissed.[v]
On June 28, 1919 the Treaty of Versailles bringing the First World War to an end was signed. A little more than a month before that, on May 19, 1919 Ataturk had landed in Samsun raising the flag for Turkey’s War of Independence. Roughly four years later, on July 24, 1923 the Lausanne Peace Treaty was signed sending the Treaty of Sèvres into the dustbin of history.
Part of the Lausanne Peace arrangement was the Convention Relating to the Régime of the Straits.
The Convention stipulated that the zones on both shores of the Dardanelles and the Bosphorus and islands in the Sea of Marmara as well as the Aegean the islands of Samothrace, Lemnos, Imbros, Tenedos and Rabbit Islands would be demilitarized.
It also said:
“Complete freedom of passage by day and by night under any flag, without any formalities, or tax, or charge whatever, but subject to the following restrictions as to the total force:
The maximum force which any one Power may send through the Straits into the Black Sea is not to be greater than that of the most powerful fleet of the littoral Powers of the Black Sea existing in that sea at the time of passage; but with the proviso that the Powers reserve to themselves the right to send into the Black Sea, at all times and under all circumstances, a force of not more than three ships, of which no individual ship shall exceed 10,000 tons.”
The Lausanne Convention was a way out of the promises made by the Allies to Tsarist Russia. But particularly its terms of demilitarization limited Turkish sovereignty. Moreover, it had established a “Straits Commission” to oversee the implementation of the Convention.
As the clouds for another major confrontation started gathering in Europe, Turkey under the leadership of Ataturk asked for its revision. Thus, Montreux Convention Regarding the Regime of the Straits was signed on July 20, 1936.
With the Montreux Convention the Straits Commission was abolished. Turkish sovereignty was restored. And, full Turkish military control over the Straits including their fortification was restored. The next day, Turkish daily Cumhuriyet’s headlines read: “Straits Convention Was Signed Yesterday Evening” “After 13 Years, a Retrieve to Last for Eternity”.
The Convention has specific a number of highly specific restrictions regarding the passage of naval vessels. For example, the maximum aggregate tonnage of all foreign naval forces which may be in course of transit through the Straits cannot exceed 15.000 tons.   These forces, however, must not comprise more than nine vessels. Black Sea Powers may send through the Straits capital ships of tonnage greater than 15.000 tons, on condition that these vessels pass through the Straits singly, escorted by not more than two destroyers.
In a nutshell, the Montreux Convention again struck a balance between the interests of the Soviet Union and foreign powers.
Today, former USSR allies Bulgaria and Romania are members of NATO and the EU. Ukraine and Georgia are independent states. In other words, the picture has changed. Yet, the fundamental reality remains: The Montreux Convention diligently implemented by Turkey has prevented the Black Sea from becoming an area of military confrontation even in the darkest days of the Cold War. Many Black Sea coastal states may have chosen different paths for themselves. But they too would probably prefer the status quo to new tensions.
For centuries, Russia’s dream was to have İstanbul, the Marmara region and the Straits. Even Joseph Stalin tried to revive Russia’s older claims which he later withdrew. This can no longer be the case. However, Russia would prefer the continuation of the Montreux order to avoid new uncertainties and challenges, particularly after the annexation of Crimea with Sevastopol home to its Black Sea Fleet.
Now, Turkey’s leadership is saying that the Canal İstanbul project will be realized no matter what, and it will be totally outside the Montreux Convention. Russian and Turkish leaders are meeting regularly at the highest levels. Is it imaginable that either one or the other side did not raise the issue? Absolutely impossible. Perhaps, they discussed it from the very beginning and we just do not know. Because, Russian diplomacy with its traditions, institutions, foresight and experience cannot possibly see the Canal İstanbul project as a non-issue. Americans are equally silent. And, we Turks do not even know the rationale underlying the project.
The JDP government has a particular interest in profit-yielding projects although they are not always on target. Is there a profit-making dimension to Canal İstanbul since the taxpayers would be investing billions and billions of dollars from country’s budget? Or, is the problem increased risks as a result of increased traffic and more hazardous material carried by tankers? Why is the public being kept in the dark?
This is not to say that today’s traffic through the Turkish Straits pose no risks. The official website of the Turkish Ministry of Foreign Affairs states the following under the heading “Note on the Turkish Straits”:
“In 1936 only 17 vessels passed daily through İstanbul Straits on average, while that figure stands around 50.000 today, which means 130 vessels on an average day. In other words, there has been an eight-fold increase in the number of vessels passing through the Turkish Straits since the signing of the Montreux Convention.
“Furthermore, Istanbul Strait is always busy with local traffic of fishing boats and other personal vessels using this waterway.
“In recent years, not only the frequency of vessel traffic has increased but also the size of vessels and the nature of cargoes have drastically changed. The ratio of oil, oil products and other dangerous and hazardous materials transported by large tankers has been rapidly increasing. Indeed, the number of oil tankers and other dangerous cargo vessels passing through the Strait of Istanbul rose by % 219 in the last years alone from 4248 in 1996 to 9303 in 2008. Similarly, the amount of hazardous cargo increased from 60.1 million tons in 1996 to 140.3 million tons in 2008. The figures for the Strait of Çanakkale are similar.”
The above figures do not include the daily intense maritime traffic in Istanbul (about 2500 shuttle boats), inter-city ferries, leisure crafts and fishing boats. More than 2.5 million people are involved every day in Istanbul alone in the maritime traffic for transport and other purposes.”[vi]
One of the lessons I have learnt during my years at the Foreign Ministry is “best is the enemy of good”. If there is a working international mechanism which reasonably serves your interests, do not play with it. The Montreux Convention is not only one such arrangement. It is a landmark diplomatic victory for Turkey reflecting the farsightedness of Ataturk and his colleagues who succeeded in bringing interested parties to the table at a time when Europe was heading again towards a major conflict.  If the current traffic level is raising the risks for İstanbul then we can start by addressing our concerns and the ways to eliminate them to the signatories of the Convention and the International Maritime Organization (IMO) before launching a crazy project. This we did in the past:
“… traffic separation schemes (TSS) were introduced in 1994 in the Straits in accordance with the provisions of the “International Regulations for Prevention of Collision at Sea” (COLREG). The TSS were approved by the International Maritime Organization (IMO) General Assembly in November 1995.
“The Turkish Straits Regulations and the TSS aim at enhancing safety of navigation in the Turkish Straits and are in conformity with the relevant rules of international law and practice.
“Indeed, the Maritime Safety Committee of the IMO concluded at its 71st session, which was held in London on 19-28 May 1999, that the safety measures and the associated IMO Rules and Recommendations ‘have proven to be effective and successful…’ [vii]
In the light of the diplomatic and military history of the region, ambitions of major players, strategic rivalries and the evolution of the global landscape, one can say with certainty that putting the Montreux Convention at risk would have most negative political and security implications for Turkey. As a polarized and diplomatically isolated country with a more than fully loaded foreign policy agenda, this would be last thing we need.
Lastly, a suggestion to young Turkish diplomats: Please read the books referred to in the endnotes. They are more than worth your while.
———————————————————————————–
[i] Sean McMeekin, The Russian Revolution, A New History, Profile Books, London, 2017, p.33.
[ii] Dominic Lieven, Towards the Flame, Empire, War and the End of Tsarist Russia, Penguin Books, 2016, pages 74-5.
[iii] Altay Cengizer, Adil Hafızanın Işığında Osmanlı’nın Son Savaşı, Doğan Kitap, 2014, pages 552-553.
[iv] Sean McMeekin, The Russian Revolution, A New History, Profile Books, London, 2017, p.74.
[v] Ibid. p 288.
[vii] Ibid.