DOĞU AKDENİZ’DE NELER OLUYOR?
Türkiye’nin önemli stratejik çıkarlarının bulunduğu, milli davamız Kıbrıs’ın da yer aldığı yarı-kapalı bir deniz olan Doğu Akdeniz’de son zamanlarda peşpeşe dikkat çekici gelişmeler yaşanıyor. Fatih sondaj ve arama gemisi denize açıldı, arkasından Rumlar gemi mürettebatını tutuklama tehdidinde bulundu, Avrupa Birliği (AB) ve ABD Türkiye’nin faaliyetlerini durdurmasını isteyen açıklamalar yaptı. Türkiye bunları doğal olarak reddetti. Bu gelişmeler ABD ile ikili sorunların yaşandığı, Kıbrıs’ta federasyon tezinin çöktüğü bir dönemde gündeme geldi.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının esasının, deniz yetki alanlarının bölge devletleri arasında hakkaniyete uygun biçimde sınırlandırılmasına, KKTC’nin hak ve çıkarlarının korunmasına ve hidrokarbon kaynaklarından herkesin adil biçimde yararlanmasına dayandığı biliniyor.
Önce deniz yetki alanlarından başlayalım. Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin (GKRY), bölgede en uzun kıyı şeridine sahip ülkemizi dar bir deniz alanına hapsetme niyetine karşılık Türkiye, Akdeniz’de kendi kıta sahanlığını ilan etmiş, 32nci Doğu boylamının (aşağı yukarı Marmaris’in güneyine doğru çizilen dik çizginin) batısında kalan bölgedeki deniz alanlarının sınırlandırılmasının ise ilgili devletler arasında hakça ilkelere dayanan anlaşmalarla gerçekleştirilmesini istediğini ve bu sahadaki tüm hukuki haklarını saklı tuttuğunu açıklamıştır.
Peki sorun nerede? Sorun, bahsettiğimiz hukuk ve hakkaniyet ilkelerine başta GKRY olmak üzere diğer bölge ülkelerinin uymamasıdır. Bizi bugün yaşadığımız gergin noktaya getiren de budur. Olayların nasıl başladığını anlayabilmek için 2003 yılına gitmek gerekiyor. GKRY, 2003 yılında Mısır ile Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşması imzalamış, daha sonra aynı anlaşmayı 2007’de Lübnan’la, 2010’da ise İsrail’le yapmıştır. Türkiye de buna karşılık 2011’de KKTC ile kıta sahanlığı anlaşması imzalamıştır. Sonuç olarak, Rumların ilan ettiği bölgeler, bazı deniz sahalarında hem Türkiye’nin hem de KKTC’nin kıta sahanlığıyla örtüşmüştür. Tam bu dönemde İsrail ile aramızda 2009 yılında One Minute, 2010 yılında Mavi Marmara krizlerinin çıktığını biliyoruz.
Türkiye, kendi haklarını korumak amacıyla, 2011’den itibaren TPAO’ya arama ruhsatları vermiş, Piri Reis ve Barbaros Hayrettin Paşa sismik araştırma gemilerini Doğu Akdeniz’e göndermiştir. Bu dönemde Türkiye’nin, kendi kıta sahanlığında faaliyet gösteren İtalyan ENİ şirketine ait bir sondaj gemisine, savaş gemileriyle önleme yaptığını ve gemiyi bölgeden uzaklaştırdığını anımsatalım.
Bugüne geldiğimizde, bölgedeki dört ülkenin (Yunanistan, GKRY, İsrail ve Mısır), doğal gazı Avrupa’ya Türkiye harici bir güzergahtan taşımak üzere Türkiye’yi dışlama manevralarına hız verdiklerini, geçmişte örneğine pek rastlanmayan Türkiye karşıtı bir ittifak oluşturduklarını görüyoruz: Kudüs’te İsrail Başbakanı Netanyahu, Yunanistan Başbakanı Çipras, GKRY lideri Anastasiades ve ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun da katıldığı, geçtiğimiz Mart ayında yapılan buluşmada, Doğu Akdeniz’in doğal gazının Avrupa’ya “East Med” adlı projeyle taşınacağı ilan edilmiştir.
Türkiye ise bu gelişmelere tepki vermekte gecikmemiş, Mavi Vatan ismiyle, tarihinin en kapsamlı deniz tatbikatını gerçekleştirmiş, ayrıca kendisinin onay vermediği hiçbir projenin oldubittiye getirilmesine izin vermeyeceğini açıklamıştır. Bu çerçevede, Deniz Kuvvetlerimizi güçlendirmek amacıyla, ilk milli uçak gemimizin de bu yılın sonunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin envanterine katılacağı duyurulmuştur.
Peki bölgede ne kadar doğal gaz potansiyeli olduğu, bugüne kadar hangi keşiflerin yapıldığı biliniyor mu? Medyada yer alan verilere göre, Doğu Akdeniz’de 290 milyar metreküplük ilk büyük gaz rezervi 2009’da İsrail’in münhasır ekonomik bölgesinde, Hayfa’nın 90 kilometre açığında Tamar sahasında, ikinci ve daha büyük 622 milyar metreküplük bir rezerv de Leviathan sahasında keşfedildi. 2011’de Limasol açıklarındaki Afrodit sahasında 129 milyar metreküplük bir rezerv bulundu. 2015’te Mısır, Zohr sahasında 849 milyar metreküplük bir rezerve ulaştığını açıkladı. 2018’de Rumlar Calypso sahasında 226; içinde bulunduğumuz yılda da 10 numaralı blokta Exxon Mobil ve Katar Petrol Şirketinin çalışmaları sonucu 227 milyar metreküp rezervin bulunduğunu, bunların bugüne kadar Kıbrıs’ta bulunan en büyük rezervler olduğunu açıkladı. Türkiye, Rumların bu hamlelerine, Kıbrıs’ın etrafındaki hidrokarbon kaynaklarının Kıbrıs’ın iki egemen halkı, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında adil biçimde paylaşılması gerektiği şeklinde yanıt verdi.
Bu sırada Kıbrıs’ta ilginç gelişmeler oluyordu: GKRY, Crans-Montana’da federasyon görüşmelerinin çökmesinden sonra, Baf bölgesinde Fransa’ya bir askeri üs veriyor, peşinden Fransa ile ortak tatbikat yapıyordu. Bilindiği gibi 2004 yılında Rumlar AB’ye alınırken AB müktesebatı Kuzey Kıbrıs’ta “askıya” alınmıştı. Yani AB Kuzey Kıbrıs’ı kendi toprağı olarak görmeye başlamıştı. Gayeleri zaten bütün Kıbrıs’a sahip olmak olan, boylarından büyük işlere karışmaya hevesli Rumlar, AB’yi de yanlarına alarak askeri bir hamle için fırsat mı kolluyordu? Bu gelişmeler karşısında Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu, 1960 Garanti Antlaşmasına daha sıkı sarılmış, artık tek çarenin Kıbrıs’ta iki devlet halinde yaşamak olduğunu savunmaya başlamıştı.
Gerek Doğu Akdeniz’de gerek Kıbrıs’ta bu yaşananların Türkiye için önemli güvenlik risklerini beraberinde getirdiği açıktı. Hernekadar Türkiye’nin 1974 harekatı, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarlarına aykırı hamleler yapmanın kolay olmadığını dosta düşmana göstermiş ise de, AB ve ABD’nin oyuna Rumların yanında girmesi ve “Türkiye’nin yalnız kaldığı ve ekonomisinin kırılgan olduğu” algıları, dış dünyanın bu bölgeye bakışını etkiliyordu. Yine de, ilgili tarafların iyice karmaşıklaşan bu denklemde hesaplarını çok dikkatli yapacaklarını beklemek herhalde daha gerçekçi olacaktı.
Doğal gaza tekrar dönersek, dünyada enerji arzında sıkıntı yaşanmadığı, enerji fiyatlarında büyük artış olmadığı bilinmektedir. Uzmanlar, gazın Avrupa’ya naklinin en ekonomik yolunun Anadolu üzerinden olduğunu savunuyor. Zaten aklın yolu da budur. Türkiye’nin, tabir caizse, “gaza gelmeden”, olanları soğukkanlılıkla değerlendirmesi, bulunan doğal gaz yataklarının gerçek değerini ve nakil durumunda elde edeceği kazancı ortaya çıkarması herhalde en akılcı yoldur.
Bütün bu gelişmeler, Türkiye’nin her zamankinden daha dikkatli olmasını gerektiriyor. Caydırıcı gücümüz ve elimizdeki kozlar manevra alanımızı rahatlatacak ve genişletecek niteliktedir. Bu kapsamda, bugüne kadar Doğu Akdeniz’de aleyhimizde bir hamle yapmaktan çekinen Şam’da Büyükelçiliğimizin yeniden açılması, önemli bir Arap başkenti olan Kahire ile tekrar Büyükelçi düzeyinde ilişki kurulması ve İsrail ile ilişkilerimizi Araplarla ilişkilerimizden ayıran geleneksel siyasetimize dönülmesi, bölge dışı güçlere karşı elimizi güçlendirecektir. Soğukkanlılıkla, dostlarımızın sayısını artırmaya çalışarak ve diplomasinin imkanlarını, sahadaki gücümüzü ve KKTC’nin varlığını akılcı biçimde en iyi şekilde değerlendirerek haklarımızı koruyabiliriz.
Şakir Fakılı
Emekli Büyükelçi
No comments:
Post a Comment