Saturday, August 26, 2017

M.K.Atatürk'ün 6 Mart 1922 TBMM gizli oturumunda yaptığı konuşma

ATATÜRK’ÜN 6 MART 1922 TARİHLİ ÜNLÜ KONUŞMASI BUGÜNÜMÜZE IŞIK TUTUYOR (Tam Metin)
“Efendiler! Avrupa’nın bütün ilerlemesine,yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki Ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!” (Mustafa Kemal Paşa, 6 Mart 1922, TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt:17, Sayfa:6)
 
Mustafa Kemal Paşa, 6 Mart 1922 tarihli gizli oturumda özellikle düşman İngilizlerin sinsi oyunlarından içeriden çökertme girişimlerini izah ediyor. Yukarıdaki sözü biliniyor ama bu sözünün devamında, ‘ezeli düşman’ İngilizlerin güneydoğudaki halkı sinsice kışkırtıp Kürdistan kurdurmaya çalışmasından da bahsediyor…

MUSTAFA KEMAL PAŞANIN 6 MART 1922 TARİHLİ KONUŞMASI
 
(Devamla) “Efendiler, düşman Sakarya’dan sonra zayiatını, insan zayiatını malzeme zayiatını ikmal etmiştir ve düşmanlarımızın bilhassa İngilizlerin azami derecede muavenetine ve teşvikat ve terğübatına mazhar olmuştur ve mazhar olmakta berdevamdır. (“Allah kahretsin” sadaları.)
Avrupa’da şark meselesini sulhen halletmek hususunda dermeyan edilen mütalaalar bittabi bizce şayanı itimat ve istinat olamaz. Elhamdülillâh bizim ordumuz dahi bu dakikada düşmanın her türlü harekâtına emniyet ve kuvvetle cevap verecek kuvvet ve kaibiliyettedir. (“İnşallâh” sadaları).
 
Ve demin arzettiğim gibi geçen her gün zarfında ordumuza mühim bir şey ilâve etmekteyiz ve bu ilâveler artık düşman ordusu ile düşman ordusuna karşı noksanı ikmal değil belki înşallâh onun
fevkine çıkmak için ilâveler olacaktır. (
“İnşallah” sadaları)
 
Mahaza hemen bugün yarın taarruza geçmek için artık her şeyimizin ikmal edilmiş olduğunu söylersek doğru değildir. Taarruz için daha yapacak çok şeylerimiz vardır ve onların ikmali için iştigal etmekteyiz.
Efendiler, düşmanlarımızın ne mahiyette olduklarını ve bu düşmanların Türkiye üzerindeki hırslarının ne kadar ezeli olduğunu nazarı âlinizde tavzih edebilmek için müsaadenizle buna dair bir kaç söz söyliyeceğim.
Cümlemizce malumdur ki Avrupa’nın en mühim devletleri Türkiye’nin zararı ile, Türkiye’nin tedennîsiyle (gerilemesiyle) teşekkül etmişlerdir. Bugün bütün dünyaya icrayı tesir eden ve hayatı millet ve memleketemizi tahtı tehditte bulunan en kuvvetli küşayişler Türkiye’nin zararı ile küşayiş bulmuştur.
 
Eğer kuvvetli bir Türkiye mevcut olsaydı denilebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyasetti mevcut olmıyacaktı. Türkiye Viyana’dan sonra Peşte ve Belgrat’ta mağlup olmasaydı Avusturya ve Macaristan siyaseti işitilmiyecekti. Fransa, İtalya, Almanya dahi aynı membadan mülhem olarak hayat ve siyasetlerine küşayiş ve kuvvet vermişlerdir.
Efendiler bir şeyin zarariyle, bir şeyin imhasiyle yükselen şeyler bîttabi o şeylerden mutazarrır olanı alçaltır ve filhakika Avrupa’nın bütün terekkisine tealisine ve temeddününe mukabil (ilerlemesine karşılık) Türkiye bilakis tedenni etmiş ve sukut vadisinde yuvarlana durmuştur (gerilemiştir).
 
Türkiye’yi imhaya müteşebbis olanlar, Türkiye’nin imhasında menafi ve hayat görenler münferit kalmaktan çıkmışlar, beyinlerindeki menafîii tevziin ederek ittihat etmişler ve ittifak etmişlerdir. Bunun neticesi olarak bir çok zekâlar, hisler, fikirler Türkiye’nin imhası noktasında tekasüf ettirilmiştir. Bu mütekasif olan şey asırlar geçtikçe ensali âtiyeyî âdeta tahribkâr bir an’ane şeklidi iktisap etmiştir ve bu ana’nenin Türkiye’nin hayat ve mevcudiyeti üzerinde tatbikatı mütemadiye neticesi olarak en nihayet Türki’yi ıslah etmek, Türkiye’yi temdin etmek gibi bir takım zahiri vesilelerle, bahanelerle Türkiye’nin hayatı dahiliyesine, idarei dahiliyesine hülul ve nüfuz etmişlerdir. Böyle bir zemini müsait hazırlamak kudretini, kuvvetini ihraz etmişlerdir.
Halbuki efendiler, bu kudret ve bu nüfuz Türkiye ve Türkiye halkının mevcut olan terekki cevherine semnâk ve muharik bîr mayi ilâve etmiştir. Bunun tahtı tesirinde olmak üzere milletin ve bilhassa ricalin zihinleri tamamen bozulmuştur.
Artık hayat bulmak için, ıslahı hal etmek için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasıhat almak, bütün işleri Avrupa’nın amâline göre tedvir etmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler küşayiş buldu. Halbuki hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nesayihi ile ecnebilerin planlarîyle yükselebilsin. Tarih böyle bir hadîse kaydetmemiştir.
 
Tarih böyle bir hadise kaydetmek teşebbüsünde bulunan meraretenğiz netayicle karşılaşmıştır. İşte Türkiye de bu galatı fikirle, bu galatı zihniyetle malûl olan bir takım ricalin yüzünden her saat, her gün, her asır bir az daha çok tedenni ve daha çok sukut etmiştir.
Efendiler bu sukut, bu tedenni yalnız maddiyatta olsaydı hiç bir ehemmiyeti yoktu. Maatteessüf Türkiye ve Türkiye halkı ahlakı ahlaken sukut ediyor. (“Bravo” sadaları)
 
Ve bu halet tetkik olunursa görülür ki Türkiye Şark maneviyatı ile başlayan ve Garp maneviyatı ile hitama erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Garp ve Şark mültekası üzerinde bulunduğumuzu ve ona takarrüp ettiğimizi zannettiğimiz takdirde Garp mayei aslisi olan Şark maneviyetinden tamamen tecerrüt teferrüt ediyoruz. Efendiler hiç şüphesizdir ki bugün bu memleketi, bu milleti girivei mahv ve izmihlale sevketden başka neetaveye intizar olunmaz. (“Pek doğru” sadaları).
 
Efendiler; bu sukutun mebdei korku ile ve aciz ile başlamıştır. Türkiye ve Türkiye halkı ve nasılsa bunların başına geçmiş olan bir takım insanlar galip düşmanlar karşısında sükûta mahkûm imîş gibi Türkiye’yi âtıl ve müctenip bir halde tutuyorlardı. Türkiye’yi kendi kendilerine memleketin ve milletin icabatı menafiini yapmakta mütereddit ve cebin idiler.
Türkiye mütefekkirleri âdeta kendi kendilerîni tahkir ediyorlardı. Diyorlardı ki biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur. Bizi bilâ kaydüşart canımızı, tarihimizi, mevcudiyetimizi düşman olan ve düşman olduğuna hüç şüphe edilmeyen Avrupalılara tevdi etmek istiyorlardı. Onlar bizi idare etsin diyarlardı.
 
Buna da en yakin bir misâl olmak üzere İzzet Paşa‘yı hatırlatmak isterim. Malumu âlinizdir ki Balkan muharebesini müteakip vicdanı, kafası zayif olanlar bu milletin artık hayat ve necat bulamıyacağına kani olmak zannı batılında bulunmuş oldular. Bunların başında İzzet Paşa vardı.
 
İzzet Paşa o zaman dedi ki, biz kendi kendimizi adam ve insan edemeyiz. Biz kendi kendimizi ıslaha muktedir değiliz. Binaenaleyh bilâ kaydü şart bir heyeti islahiye getirtelim ve onlara tevdii mevki edelim ve onun intihabgerdesi olan (Otto) Liman Von Sanders‘in tahtı riyasetinde bir takım üşekâı ümetten mürekkep olan bir heyeti islahiye getirmiştir, milletimizin başına. (Alkışlar)
 
Efendiler; Türkiye’yi bu tuttuğu sakîm yolandan inkiraz ve izmihlale sevkeden bu vadiden kurtarabilmek için bütün alimlerin keşfedebildikleri bir hakikat vardır. O da Türkiye’nin resi tefekkürünü yeni bir imanla istila etmek lâzımdı. Yani Girive-i Türkiye’de hükümet nazariyesini tebdil etmek lâzım idi. Milleti düştüğü girive-i felâketten kurtarabilmek için millete benliğini tanıtarak, haysiyetini tanıtarak hayat ve istiklâlini kurtarmak için uğraşmağa kabiliyetli olduğunu anlatmakta yeni bir maneviyetin inkişaf etmesi lâzım geliyordu. Bu maneviyet ise Hükümet nazariyesinin aslen tebdili ile kabil olabilir.
 
İşte bugün efendiler milletimiz ve milletimizin hakiki mümessilleri bulunan, Heyeti Celileniz ilmen vekayii tarihiye ile temessül ve temessük edilmek lâzım gelen hakikati keşfetmiş ve fiilen hâdis ve hasıl bir hale koymuş bulunuyorsunuz ve emin olalım ki memleketi ve milleti kurtarmakta bundan başka çare yoktur. Binaenaleyh bugünkü vaziyetimiz gayet mühim bir teceddüttür.
Millet ve devlete hayatbahş olacak bir teceddüttür. Bu itibarla bütün memleketin caniyle, başiyle buna sarılması lazımdır. Bütün milletin bu uğurda en son nefesini ve en son kanını akıtarak azim ve sebat göstermesi feraizi ayındadır.
Efendiler; bu sözlerimden sonra bizi mahvetmek için ezeli olduklarını izaha çalıştığım bir kaç sözle, husumetlerinin lâyetezelzel olduğunu isbat etmek için düşmanlara karşı mevcudiyetimizi muhafaza hususunda ve gayemize emniyetli hatvelerle yürüyebilmek için mevcut olan vesaiti müdafaaımızı hatırlatmak isterim.
 
Efendiler bizim üç vasıtamız vardır. Bunlardan birisi ve en mühimmi aslolanı doğrudan doğruya milletin heyeti umumiyesidir. Hayat ve istiklâli için kalp ve vicdanında mütecelli olan arzu ve emellerin inkişafındaki salabet ve kuvvettir. Millet bu arzuyu derunisini ne kadar kuvvetli izhara muvaffak olursa ve ne kadar bu emeli vicdanisini ve bu emelin tahakkukundaki azmü imanı göstermeğe muvaffak olursa düşmanlarımızın savletlerine karşı o kadar kuvvetli bir vasıtai müdafaaya malik olduğumuza kani olabiliriz.
İkinci vasıtai müdafaamız efendiler; bu milletin hakiki ve sahibi salahiyet mümemssillerinden mürekkep olduğundan Heyeti Cellienizin arzusu ve hakikatı milliyeyi izhar ve ısbatta ve bunun icabatını bütün kanaatimizle tatbikte göstereceğimiz azim ve celâdettir. Heyeti celileniz bütün dünyaya karşı ne kadar çok mütesanit ve vahdet halinde bu arzuyu milliyi tecelli ettirirse hiç şüphe etmemeliyiz ki düşmanlarımızın savletlerine karşı çok kuvvetli ve en kuvvetli vasitai müdafaaya malik bulunmuş oluruz.
Efendiler; yine milletin müsellah evlatlarından mürekkep olup düşman karşısında mütehaşşit bulunan ordumuzdur. Efendiler; bu kuvvetlerle düşmana karşı mutasavver olan cepheler cümlenizce malumdur ki ikiye ayrılabilir. Herkesin malumu olduğu bir tabirle arz edeyim dahili cephe, zahiri cephe.. Dahili cephe aslolan cephe bütün memleketin aynı fikir ve kanaatte olarak yekvücut olarak tesis etmiş oldukları cephedir.
 
Zahiri cephe doğrudan doğruya ordumuzun düşman karşısında göstermiş olduğu cepheden ibarettir. Bu zahiri cephe, ordu cephesinin tezellül etmesi, tebeddül etmesi, mağlup olması, çözülmesi hiç bir vakitte bir milleti ve bir memleketi mahvedemez. Bunun hiç bir ehemmiyeti yoktur. Asıl haizi ehemmiyet olan ve asıl memleketi temelinden yıkan ve halkını esir eden dahili cephenin sukutudur (düşmesidir).
İşte bu hakikate bizden ziyade vakıf olan düşmanlarımız, ki başta en zelil düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri sarfı mesai etmektedir. (“Kahrolsun” sesleri)
 
Malumu Aliniz bizim eski Osmanlı tabirimizce «Kale içinden yıkılır» işte düşmanlarımız bizi içimizden yıkmağa çalışıyorlar. Düşmanlarımızın bizce malûm olabilen, malum olamıyan daha çoktur şüphesiz – malum olabilen zehirli teşebbüsleri hakikaten korkunçtur. Efendiler, şüphesiz iddia edebiliriz ki herbirimizin şahıslarına temas edebilecek mikroplara ve vasıtalara bile maliktir.
 
Maatteessüf düşmanlarımız bu uğurda her türlü fedakârlığı ihtiyardan içtinap etmemektedirler. Çünki demin arz etmiştim. Çünki Türkiye’nin mahvı kendi hayatlan ile mütekabil bir vaziyet teşkil ediyor.
 
Binaenaleyh en çok ehemmiyetle atfı nazar ettikleri ve teşebbüsaltı milliyeyi içinden yıkmak ve dahili cepheyi yıkmaktır. Bu meyanda nazarı dikkati calip olan vekayiden bulunduğu için arz edebilirim ki, Cenubu şarki (güney doğu) cephemizde bir Kürdistan meselesi ihdas etmek ve oradaki ahalii masumenin fikirlerini teşviş ve ihlal ihdas etmek ve vahdeti umumiyeyi bozmak için her türlü teşebbüse kıyam etmişlerdir.
 
Şüphe yok hükümetimizce, bunların vaktinden evvel önüne geçmek için lâzım gelen tedbir dahi alınmıştır ve bu aslolan cephe mahfuz oldukça bittabi zahiri cephede ufak tefek rahneler vukua geldiğini farzetsek bile bunları derhal tamir etmek dairei imkândadır.
Efendiler, gerek bu dahili cepheyi tutmakta ve gerek dahili cephenin istinat ettiği ordu cephesinin kuvveti ve maneviyeti muhafaza yetmekte âmili müdebbir olan Heyeti Celiledir. Heyeti Celileniz ne kadar çok vahdet ve tesanüt içinde samimi olarak dürendişane hareket ederse dahili ve hârici cephelerden o kadar emin ve müsterih olabilirsiniz. Heyetli Celilenizin efali harekâtı ve bilcümle vaziyetleri düşmana ümit bahş olmadıkça, dahili ve harici cephelerin yerinden oynamasının imkânı yoktur. Şayanı teşekkürdür ki şimdiye kadar Heyeti Celileniz tam ve milletin menafili mülk ve memheketin arzu eylediği daire dahilinde kemâli vekar ve haysiyetle hareket etmektedir.
Böyle olmakla beraber düşmanlarımız beynimizde vukua gelen en ufak bir söz ihtilâfından bile istifade etmek çarelerini taharri etmektedirler. Bugün Hariciye Vekâletinin dosyalarını dolduran bir çok raporlar vardır ki düşmanlarımız bu gibi âdi vesilelere istinaden tahammül etmek için devam etmek için kendi ellerindeki âletleri ve kendi ellerindeki hadimleri, uşakları ile sürüklemek hususunda istifade edebiliyorlar.
Kemâli katiyetle arz ederim ki bu gibi emeller peşlinde dolaşmaktan düşmanlarımız naümit kalsaydı, hiç şüphe etmeyiniz ki şimdiye kadar mesele bitmiş olurdu. Fakat maatteessür istemiyerek ve bazı ahvalin ilcaaatiyle düşmanlarımıza ümit ve emel verecek şemmeler zuhura gelmekten mennedilemiyor. İşte bunun için Heyeti Celilenizden belki bir ay ve belki daha ziyade herhalde muhtemel ve muntazır olan harekâtı harbiyenin ınkişaf edeceği müddet zarfında cephede bulunacağımdan arkadaşlarımdan uzak kalacağım. (“Allah muvaffak etsin” sesleri)
 
Bu müddet zarfında bilhassa orduda zabitanın ve kumandanların hissi fikirleri üzerinde ve herhangi noktai nazardan naümidi tevlit edecek münakaşatı aleniyeden mümkün olduğu kadar sarfı nazar olunmasını bilhassa Heyeti Aliyenizden rica edeceğim ve ordunun maneviyetine suni tesir edebileceğini zannettiğim bazı şeyler vardır ki ayrılırken bu meseleleri Heyeti Aliyenize arz edeceğim…”

Friday, August 25, 2017

Başkan Obama'nın TBMM Genel Kurulundaki konuşması ( 06 Nisan 2009)

Remarks By President Obama To The Turkish Parliament

THE WHITE HOUSE
Office of the Press Secretary
__________________________________________________________________________
FOR IMMEDIATE RELEASE                                                    April 6, 2009

REMARKS BY PRESIDENT OBAMA
TO THE TURKISH PARLIAMENT


Turkish Grand National Assembly Complex
Ankara, Turkey

3:30 P.M. (Local)
PRESIDENT OBAMA: Mr. Speaker, Madam Deputy Speaker, distinguished members, I am honored to speak in this chamber, and I am committed to renewing the alliance between our nations and the friendship between our people.
This is my first trip overseas as President of the United States. I've been to the G20 summit in London, and the NATO summit in Strasbourg, and the European Union summit in Prague. Some people have asked me if I chose to continue my travels to Ankara and Istanbul to send a message to the world. And my answer is simple: Evet -- yes. (Applause.) Turkey is a critical ally. Turkey is an important part of Europe. And Turkey and the United States must stand together -- and work together -- to overcome the challenges of our time.
This morning I had the great privilege of visiting the tomb of your extraordinary founder of your republic. And I was deeply impressed by this beautiful memorial to a man who did so much to shape the course of history. But it is also clear that the greatest monument to Ataturk's life is not something that can be cast in stone and marble. His greatest legacy is Turkey's strong, vibrant, secular democracy, and that is the work that this assembly carries on today. (Applause.)
This future was not easily assured, it was not guaranteed. At the end of World War I, Turkey could have succumbed to the foreign powers that were trying to claim its territory, or sought to restore an ancient empire. But Turkey chose a different future. You freed yourself from foreign control, and you founded a republic that commands the respect of the United States and the wider world.
And there is a simple truth to this story: Turkey's democracy is your own achievement. It was not forced upon you by any outside power, nor did it come without struggle and sacrifice. Turkey draws strength from both the successes of the past, and from the efforts of each generation of Turks that makes new progress for your people.
Now, my country's democracy has its own story. The general who led America in revolution and governed as our first President was, as many of you know, George Washington. And like you, we built a grand monument to honor our founding father -- a towering obelisk that stands in the heart of the capital city that bears Washington's name. I can see the Washington Monument from the window of the White House every day.
It took decades to build. There were frequent delays. Over time, more and more people contributed to help make this monument the inspiring structure that still stands tall today. Among those who came to our aid were friends from all across the world who offered their own tributes to Washington and the country he helped to found.
And one of those tributes came from Istanbul. Ottoman Sultan Abdulmecid sent a marble plaque that helped to build the Washington Monument. Inscribed in the plaque was a poem that began with a few simple words: "So as to strengthen the friendship between the two countries." Over 150 years have passed since those words were carved into marble. Our nations have changed in many ways. But our friendship is strong, and our alliance endures.
It is a friendship that flourished in the years after World War II, when President Truman committed our nation to the defense of Turkey's freedom and sovereignty, and Turkey committed itself into the NATO Alliance. Turkish troops have served by our side from Korea to Kosovo to Kabul. Together, we withstood the great test of the Cold War. Trade between our nations has steadily advanced. So has cooperation in science and research.
The ties among our people have deepened, as well, and more and more Americans of Turkish origin live and work and succeed within our borders. And as a basketball fan, I've even noticed that Hedo Turkoglu and Mehmet Okur have got some pretty good basketball games. (Applause.)
The United States and Turkey have not always agreed on every issue, and that's to be expected -- no two nations do. But we have stood together through many challenges over the last 60 years. And because of the strength of our alliance and the endurance of our friendship, both America and Turkey are stronger and the world is more secure.
Now, our two democracies are confronted by an unprecedented set of challenges: An economic crisis that recognizes no borders; extremism that leads to the killing of innocent men and women and children; strains on our energy supply and a changing climate; the proliferation of the world's deadliest weapons; and the persistence of tragic conflict.
These are the great tests of our young century. And the choices that we make in the coming years will determine whether the future will be shaped by fear or by freedom; by poverty or by prosperity; by strife or by a just, secure and lasting peace.
This much is certain: No one nation can confront these challenges alone, and all nations have a stake in overcoming them. That is why we must listen to one another, and seek common ground. That is why we must build on our mutual interests, and rise above our differences. We are stronger when we act together. That is the message that I've carried with me throughout this trip to Europe. That is the message that I delivered when I had the privilege of meeting with your President and with your Prime Minister. That will be the approach of the United States of America going forward.
Already, America and Turkey are working with the G20 on an unprecedented response to an unprecedented economic crisis. Now, this past week, we came together to ensure that the world's largest economies take strong and coordinated action to stimulate growth and restore the flow of credit; to reject the pressures of protectionism, and to extend a hand to developing countries and the people hit hardest by this downturn; and to dramatically reform our regulatory system so that the world never faces a crisis like this again.
As we go forward, the United States and Turkey can pursue many opportunities to serve prosperity for our people. The President and I this morning talked about expanding the ties of commerce and trade. There's enormous opportunity when it comes to energy to create jobs. And we can increase new sources to not only free ourselves from dependence of other energies -- other countries' energy sources, but also to combat climate change. We should build on our Clean Technology Fund to leverage efficiency and renewable energy investments in Turkey. And to power markets in Turkey and Europe, the United States will continue to support your central role as an East-West corridor for oil and natural gas.
This economic cooperation only reinforces the common security that Europe and the United States share with Turkey as a NATO ally, and the common values that we share as democracies. So in meeting the challenges of the 21st century, we must seek the strength of a Europe that is truly united, peaceful and free.
So let me be clear: The United States strongly supports Turkey's bid to become a member of the European Union. (Applause.) We speak not as members of the EU, but as close friends of both Turkey and Europe. Turkey has been a resolute ally and a responsible partner in transatlantic and European institutions. Turkey is bound to Europe by more than the bridges over the Bosphorous. Centuries of shared history, culture, and commerce bring you together. Europe gains by the diversity of ethnicity, tradition and faith -- it is not diminished by it. And Turkish membership would broaden and strengthen Europe's foundation once more.
Now, of course, Turkey has its own responsibilities. And you've made important progress towards membership. But I also know that Turkey has pursued difficult political reforms not simply because it's good for EU membership, but because it's right for Turkey.
In the last several years, you've abolished state security courts, you've expanded the right to counsel. You've reformed the penal code and strengthened laws that govern the freedom of the press and assembly. You've lifted bans on teaching and broadcasting Kurdish, and the world noted with respect the important signal sent through a new state Kurdish television station.
These achievements have created new laws that must be implemented, and a momentum that should be sustained. For democracies cannot be static -- they must move forward. Freedom of religion and expression lead to a strong and vibrant civil society that only strengthens the state, which is why steps like reopening Halki Seminary will send such an important signal inside Turkey and beyond. An enduring commitment to the rule of law is the only way to achieve the security that comes from justice for all people. Robust minority rights let societies benefit from the full measure of contributions from all citizens.
I say this as the President of a country that not very long ago made it hard for somebody who looks like me to vote, much less be President of the United States. But it is precisely that capacity to change that enriches our countries. Every challenge that we face is more easily met if we tend to our own democratic foundation. This work is never over. That's why, in the United States, we recently ordered the prison at Guantanamo Bay closed. That's why we prohibited -- without exception or equivocation -- the use of torture. All of us have to change. And sometimes change is hard.
Another issue that confronts all democracies as they move to the future is how we deal with the past. The United States is still working through some of our own darker periods in our history. Facing the Washington Monument that I spoke of is a memorial of Abraham Lincoln, the man who freed those who were enslaved even after Washington led our Revolution. Our country still struggles with the legacies of slavery and segregation, the past treatment of Native Americans.
Human endeavor is by its nature imperfect. History is often tragic, but unresolved, it can be a heavy weight. Each country must work through its past. And reckoning with the past can help us seize a better future. I know there's strong views in this chamber about the terrible events of 1915. And while there's been a good deal of commentary about my views, it's really about how the Turkish and Armenian people deal with the past. And the best way forward for the Turkish and Armenian people is a process that works through the past in a way that is honest, open and constructive.
We've already seen historic and courageous steps taken by Turkish and Armenian leaders. These contacts hold out the promise of a new day. An open border would return the Turkish and Armenian people to a peaceful and prosperous coexistence that would serve both of your nations. So I want you to know that the United States strongly supports the full normalization of relations between Turkey and Armenia. It is a cause worth working towards.
It speaks to Turkey's leadership that you are poised to be the only country in the region to have normal and peaceful relations with all the South Caucasus nations. And to advance that peace, you can play a constructive role in helping to resolve the Nagorno-Karabakh conflict, which has continued for far too long.
Advancing peace also includes the disputes that persist in the Eastern Mediterranean. And here there's a cause for hope. The two Cypriot leaders have an opportunity through their commitment to negotiations under the United Nations Good Offices Mission. The United States is willing to offer all the help sought by the parties as they work towards a just and lasting settlement that reunifies Cyprus into a bizonal and bicommunal federation.
These efforts speak to one part of the critical region that surrounds Turkey. And when we consider the challenges before us, on issue after issue, we share common goals.
In the Middle East, we share the goal of a lasting peace between Israel and its neighbors. Let me be clear: The United States strongly supports the goal of two states, Israel and Palestine, living side by side in peace and security. That is a goal shared by Palestinians, Israelis, and people of goodwill around the world. That is a goal that the parties agreed to in the road map and at Annapolis. That is a goal that I will actively pursue as President of the United States.
We know the road ahead will be difficult. Both Israelis and Palestinians must take steps that are necessary to build confidence and trust. Both Israelis and Palestinians, both must live up to the commitments they have made. Both must overcome longstanding passions and the politics of the moment to make progress towards a secure and lasting peace.
The United States and Turkey can help the Palestinians and Israelis make this journey. Like the United States, Turkey has been a friend and partner in Israel's quest for security. And like the United States, you seek a future of opportunity and statehood for the Palestinians. So now, working together, we must not give into pessimism and mistrust. We must pursue every opportunity for progress, as you've done by supporting negotiations between Syria and Israel. We must extend a hand to those Palestinians who are in need, while helping them strengthen their own institutions. We must reject the use of terror, and recognize that Israel's security concerns are legitimate.
The peace of the region will also be advanced if Iran forgoes any nuclear weapons ambitions. Now, as I made clear in Prague yesterday, no one is served by the spread of nuclear weapons, least of all Turkey. You live in a difficult region and a nuclear arm race would not serve the security of this nation well. This part of the world has known enough violence. It has known enough hatred. It does not need a race for an ever-more powerful tool of destruction.
Now, I have made it clear to the people and leaders of the Islamic Republic of Iran that the United States seeks engagement based on mutual interest and mutual respect. We want Iran to play its rightful role in the community of nations. Iran is a great civilization. We want them to engage in the economic and political integration that brings prosperity and security. But Iran's leaders must choose whether they will try to build a weapon or build a better future for their people.
So both Turkey and the United States support a secure and united Iraq that does not serve as a safe haven for terrorists. I know there were differences about whether to go to war. There were differences within my own country, as well. But now we must come together as we end this war responsibly, because the future of Iraq is inseparable from the future of the broader region. As I've already announced, and many of you are aware, the United States will remove our combat brigades by the end of next August, while working with the Iraqi government as they take responsibility for security. And we will work with Iraq, Turkey, and all Iraq's neighbors, to forge a new dialogue that reconciles differences and advances our common security.
Make no mistake, though: Iraq, Turkey, and the United States face a common threat from terrorism. That includes the al Qaeda terrorists who have sought to drive Iraqis apart and destroy their country. That includes the PKK. There is no excuse for terror against any nation. (Applause.) As President, and as a NATO ally, I pledge that you will have our support against the terrorist activities of the PKK or anyone else. These efforts will be strengthened by the continued work to build ties of cooperation between Turkey, the Iraqi government, and Iraq's Kurdish leaders, and by your continued efforts to promote education and opportunity and democracy for the Kurdish population here inside Turkey.
Finally, we share the common goal of denying al Qaeda a safe haven in Pakistan or Afghanistan. The world has come too far to let this region backslide, and to let al Qaeda terrorists plot further attacks. That's why we are committed to a more focused effort to disrupt, dismantle, and defeat al Qaeda. That is why we are increasing our efforts to train Afghans to sustain their own security, and to reconcile former adversaries. That's why we are increasing our support for the people of Afghanistan and Pakistan, so that we stand on the side not only of security, but also of opportunity and the promise of a better life.
Turkey has been a true partner. Your troops were among the first in the International Security Assistance Force. You have sacrificed much in this endeavor. Now we must achieve our goals together. I appreciate that you've offered to help us train and support Afghan security forces, and expand opportunity across the region. Together, we can rise to meet this challenge like we have so many before.
I know there have been difficulties these last few years. I know that the trust that binds the United States and Turkey has been strained, and I know that strain is shared in many places where the Muslim faith is practiced. So let me say this as clearly as I can: The United States is not, and will never be, at war with Islam. (Applause.) In fact, our partnership with the Muslim world is critical not just in rolling back the violent ideologies that people of all faiths reject, but also to strengthen opportunity for all its people.
I also want to be clear that America's relationship with the Muslim community, the Muslim world, cannot, and will not, just be based upon opposition to terrorism. We seek broader engagement based on mutual interest and mutual respect. We will listen carefully, we will bridge misunderstandings, and we will seek common ground. We will be respectful, even when we do not agree. We will convey our deep appreciation for the Islamic faith, which has done so much over the centuries to shape the world -- including in my own country. The United States has been enriched by Muslim Americans. Many other Americans have Muslims in their families or have lived in a Muslim-majority country -- I know, because I am one of them. (Applause.)
Above all, above all we will demonstrate through actions our commitment to a better future. I want to help more children get the education that they need to succeed. We want to promote health care in places where people are vulnerable. We want to expand the trade and investment that can bring prosperity for all people. In the months ahead, I will present specific programs to advance these goals. Our focus will be on what we can do, in partnership with people across the Muslim world, to advance our common hopes and our common dreams. And when people look back on this time, let it be said of America that we extended the hand of friendship to all people.
There's an old Turkish proverb: "You cannot put out fire with flames." America knows this. Turkey knows this. There's some who must be met by force, they will not compromise. But force alone cannot solve our problems, and it is no alternative to extremism. The future must belong to those who create, not those who destroy. That is the future we must work for, and we must work for it together.
I know there are those who like to debate Turkey's future. They see your country at the crossroads of continents, and touched by the currents of history. They know that this has been a place where civilizations meet, and different peoples come together. They wonder whether you will be pulled in one direction or another.
But I believe here is what they don't understand: Turkey's greatness lies in your ability to be at the center of things. This is not where East and West divide -- this is where they come together. (Applause.) In the beauty of your culture. In the richness of your history. In the strength of your democracy. In your hopes for tomorrow.
I am honored to stand here with you -- to look forward to the future that we must reach for together -- and to reaffirm America's commitment to our strong and enduring friendship. Thank you very much. (Applause.) Thank you. Thank you.
END
3:55 P.M. (Local)

Monday, August 21, 2017

The Return of Racism (Foreign Affairs) Irkçılığın geri dönüşü (İng.)

Monday, August 21, 2017
The Return of Racism?
Race and Inequality After Charlottesville
Fredrick C. Harris and Robert C. Lieberman
FREDRICK C. HARRIS is Professor of Political Science and Director of the Center on African American Politics and Society at Columbia University. He is also a Nonresident Senior Fellow at the Brookings Institution.
  ROBERT C. LIEBERMAN is Provost and Senior Vice President for Academic Affairs and Professor of Political Science at Johns Hopkins University. They are the co-editors of Beyond Discrimination: Racial Inequality in a Postracist Era [1] (Russell Sage Foundation, 2013).

It was always a myth that Barack Obama’s 2008 election ushered in a post-racial era in which one’s skin color no longer correlated with one’s prospects for success. Racist beliefs and overt discrimination might have declined among white Americans, we argued in Foreign Affairs in 2015 [2], but racial inequality was still perpetuated by a host of hidden mechanisms that infected apparently race-neutral institutions. Last week’s spectacle of racist violence in Charlottesville and President Donald Trump’s jaw-dropping embrace of white supremacy in his subsequent remarks made us wonder whether even that assessment was too optimistic. Had the brutish racism of an earlier era [3] merely gone underground only to resurface now in the guise of tiki torch-bearing neo-Nazis and the American president? 
Trump himself has done a lot to foster this impression. His real estate and casino businesses have a long and sordid history of racial discrimination. It was Trump’s embrace of the “birther” mythology that fueled his political rise. He launched his 2016 campaign with a racist broadside against Mexican immigrants, and he went on to attack the loyalty of a Mexican-American federal judge and the Pakistani-American family of a soldier killed in the Iraq War. His campaign was built on nativist and xenophobic appeals on issues such as immigration and trade, and in his frequent invocation of the slogan “America first,” he echoed the xenophobic rhetoric of opponents of American entry into World War II. One of his first acts as president was to issue a ban on immigration from seven predominantly Muslim countries that was widely understood, including by federal courts, to be improperly discriminatory toward Muslims. Trump’s political ascendancy has also coincided with a rise in overt racial antagonism and conflict [4], and he has clearly emboldened white supremacist hate groups, as the events in Charlottesville and elsewhere attest. But while overt racism has resurfaced in ugly ways, other structural factors are also at play.
There is more to this episode than the straightforward resurgence of old-fashioned racism, and Trump’s rise also offers a guide to these deeper currents. His presidential campaign was built on a foundation of white working-class despair [5]. In the twenty-first century, that class feels less privileged than ever before; in fact, its members sense that they are under siege, and that belief fuels racial resentment. For many of these white Americans, Obama’s presidency emblematized their nation’s state of decline, despair, and social death. His administration, they believed, degraded the policies that had underwritten the rise of the white working class in the twentieth century—social insurance that excluded farm workers and domestic servants, for example, and subsidized mortgages that helped create exclusively white suburbs and accumulate wealth that white families could pass on to subsequent generations. Those voters felt set upon; a 2015 survey by the Public Religion Research Institute asked Americans whether discrimination against whites was on par with discrimination against blacks. Half of the whites surveyed agreed, as did an even larger proportion of working-class whites: sixty percent. Although diminished, racism is still clearly alive in the United States.
Not only do most in the white working class feel aggrieved, they are also deeply pessimistic about the future. According to the 2015 American Values Survey, 52 percent of those surveyed believed that America’s best days were behind it. A higher proportion of working-class whites—56 percent—agreed. Pessimism and despair have become deadly. Mortality rates among middle-aged whites with a high school education or less are on the rise. A 2015 study published in the Proceedings of the National Academy of Sciences found that poor and working-class whites between the ages of 45 and 55 have been dying prematurely from suicide, alcohol- and drug-related causes, and diseases such as diabetes and heart disease that are usually associated with people who are older and with people of color. The study estimates that, had the mortality rate for middle-aged whites with lower education levels remained constant at 1999 levels, there would have been half a million more of them in 2013. As a study by the Brookings Institution concludes, “the American Dream of prosperity, equality, opportunity, and stable democracy is being challenged by increasing income inequality [6], the hollowing out of the middle class, decreasing wages and increased insecurity for low-skilled workers, and rising mortality rates.”
This is what happens when work disappears in previously economically stable communities: the burden of financial strain and a heightened sense of alienation produce social malaise and, in the extreme, violent conflict. Those forces have existed among the black poor and working classes for decades. Now they are catching up with poor and working-class whites who have historically been protected by policies, practices, and often-invisible institutional and market forces that are no longer robust enough to shield them from a globalizing economy. Nor do the old privileges protect them from the rising tide of people they perceive to be the “others.” While some working-class voters supported Bernie Sanders’s insurgent campaign for the Democratic nomination in 2016, many others directed their anxiety and anger against those whom they perceived as threatening their way of life and their status in American society—blacks, Latino immigrants, and Muslims, among others. This kind of unease creates the opportunity for the more forthright expression of racist sentiments (as, for example, we saw at Trump’s campaign rallies) and, ultimately, for more radical action, as at Charlottesville.Joshua Roberts / Reuters A white supremacist protestor speaks to the media during the Unite the Right rally in .         
The perceived threat of the other is what drove Trump’s presidential candidacy, and it has become the primary theme of his presidency. Trumpism evokes, for many voters, a half-remembered America of old. His campaign slogan, “Make America Great Again,” harkens back to a golden era of American prosperity and social cohesion. (Of course, for minorities, this supposed golden age was an era when segregation was the order of the day, white supremacy was the law of the land, and nonwhites were denied the benefits of material prosperity and full citizenship.)
Alongside this economic and social drift, several factors are reshaping the role race plays in the conduct of American politics. Voting rights, hard won over a century of struggle after emancipation and the passage of the Fifteenth Amendment (which prohibited race-based voting restrictions), are today at risk of being whittled away through increasingly onerous ID requirements fueled by unsubstantiated and fantastical claims of “voter fraud.” The Voting Rights Act is under threat, particularly after the Supreme Court’s 2013 decision to strike down one of its key provisions—the requirement that certain jurisdictions with egregious histories of race-based voting restrictions undergo preclearance by the Department of Justice before making any changes to their voting rules. The court’s decision has accelerated the recent movement toward voting restrictions that disproportionately target African Americans and other minority groups.
At the same time, voting and partisan alignments have increasingly broken along racial lines. Although racial identity has long been one of the fundamental cleavage of U.S. politics, parties have varied over time in the extent to which they have explicitly mobilized racial groups. For much of the twentieth century, for example, the racial lines between the parties were relatively indistinct, as neither party sought seriously to challenge Jim Crow or other structures of segregation—Democrats because they were divided between southern and northern factions and Republicans because they had little electoral incentive to declare themselves on either side. But since the 1960s, the parties have sharply divided along racial lines over issues, constituencies, and electoral appeals, widening a generation-old crack into a chasm. In particular, Republican national campaigns have been trading on themes of racial resentment for half a century, from the nomination of Civil Rights Act opponent Barry Goldwater in 1964, to Nixon’s “Southern Strategy” in 1968, to Ronald Reagan’s 1980 campaign launch in Philadelphia, Mississippi, near the site of the murders of civil rights activists James Chaney, Andrew Goodman, and Michael Schwerner, to George H. W. Bush’s notorious “Willie Horton” ad in 1988.
The perceived threat of the other is what drove Trump’s presidential candidacy, and it has become the primary theme of his presidency.
Trump’s apparent appeals to racial animosity [7] and anti-immigrant anxiety is not simply an expression of some kind of fundamental underlying racism among white Americans. Rather, it appears to be a consequence of a generation of structural trends in racial and ethnic politics. His appeal to white working-class voters seems to have energized not racism per se but a sense of alienation from a more cosmopolitan political establishment and nostalgia for a lost status that, while not always rooted in explicit racist attitudes, was built on generations of preferential policies. Nevertheless, Trump’s rhetoric has clearly provoked and emboldened people and organizations who espouse racist and anti-Semitic ideas, and in Charlottesville and elsewhere those groups are taking advantage of a moment of alienation and anxiety to advance their cause.
The activity and visibility of white supremacist hate groups has been growing for some time, as last week’s events in Charlottesville tragically showed. But this activity is not isolated from other kinds of racial antagonism across the country. Conflict, often fatal, between white police officers and African Americans has inflamed racial tensions in many communities around the country. And Trump’s own rhetoric and behavior during his presidential campaign and since have frequently skirted perilously close to the kind of racism, anti-Semitism, and nativism that were long understood as taboo in respectable political life; last weekend, he may finally have crossed the line, as the gathering opprobrium and his growing isolation suggest.
But we should not ascribe the events surrounding Charlottesville solely to the noxious chants of a raggedy band of odious marchers or to the ravings of a shallow, ignorant, and spiteful man who happens to be president of the United States. Although diminished, racism is still clearly alive in the United States, and we should not for a moment relax our vigilance toward its expression and its effects. We should also remember, however, that the historical and structural roots of racial inequality run deep and that, although less visible, they lie beneath the surface spreading their rot. Digging them up will require more than confrontation and condemnation. It will require the hard work of systemic reform and institutional repair.


Sunday, August 20, 2017

Zencani - Zarrab ortaklığı 20 Ağustos 2017

AARON BARUCH : İRAN'IN "KARA PARA BARONLARI" ZARRAB İLE ZENCANİ VE RÜŞVET İMPARATORLUĞU (No subject)
Today, 10:11 PM
 
 
Reza Zarrab'ın hikayesi....
 
Sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım,
 
Hiç uzatmadan, sallanmadan konuya doğrudan gireceğim. Efendim, bu hafta konumuz Reza Zarrab. Şöyle bir araştırayım dedim. Vay vay vay vay… Ben hayatımda böyle bir yolsuzluk, rüşvet, kara para düzenbazlığı ne duydum ne de işittim.
Reza ailesiyle birlikte Miami’ye turistik bir seyahat (!) için gittiğinde ABD’de tutuklandı. Ne turisti be? Resmen Amerika’ya sığındı. Çünkü ortağı ya da patronu Zanjani’nin İran’daki mahkemesi sonuçlandı. İdama mahkûm oldu. Savunmasında Türkiye’de dağıtılan rüşvetin 8,5 milyar dolar olduğunu açıkladı. Açık açık söyledi. “Yalnız üç bakana 137 milyon dolar rüşvet verdim” dedi. Reza fena halde korkuyordu. Ya İranlılar onu kaçırıp ülkelerine götürecekler, yargılayacaklar ve o da idama mahkûm edilecek, ya da rüşveti alanlar onu susturmak için indireceklerdi.
 
Şimdi size bu heriflerin ne yaptıklarını, nasıl yaptıklarını dilim döndüğü kadar anlatmaya çalışacağım.
 
Önce Zanjani ile tanışmamız lazım. Babek Murteza Jancani. 1974 doğumlu. Sorient Grup holding yönetim kurulu başkanı.  Tahsilini Ege üniversitesinde yaptı. Ticaret hayatına deri sektörüyle başladı. Ahmedinejad’ın döneminde, eski bir asker olduğu için devrim muhafızlarıyla çabucak iyi ilişkiler kurdu.  Ahmedinejad’ın yürüttüğü siyaset ve nükleer program nedeniyle İran, uluslararası toplumun uyguladığı ekonomik ambargo ile çıkmazda idi. Bu darboğazı bir şekilde aşan becerikli Zanjani, ülkesinin Bakanlar Kurulu toplantısına katılacak kadar büyük bir siyasi güce ulaştı. Milyarlarca dolarları çeviren esrarengiz bir beyine dönüştü. Zanjani, BM tarafından İran’a ekonomik ambargo uygulandığı dönemde ambargoyu delmekle suçlanmış, ABD ve AB tarafından kara listeye alınmıştı. "Sarışın Oligark, Sarışın Milyarder" olarak anılıyordu.  Zanjani için işler, Amedinejad’ın seçimleri kaybetmesiyle bozuldu.  İran'da politik değişimler başladı. Yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani Amerika ile iyi geçiniyordu. Ambargoları gevşetmesiyle birlikte artık İran'da Zanjanilerin, Zarrabların dönemi kapanıyordu. Yeni döneme İran, kendi göbeğini keserek başladı.  Zanjani, Aralık 2013 de İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin talimatıyla tutuklandı. Uluslararası dengeleri bile bozabilecek 22 aylık yargı süreci başladı.
 
Tahran Devrim Mahkemesi Zanjani’ye 26ıncı duruşmada idam cezası verdi. Duruşma süreci, Zencani'nin Türkiye’de kurduğu sistemi aydınlatması bakımından oldukça önemliydi. Ancak enteresan olan, böylesine önemli  yargı sürecini hiçbir Türk gazeteci izlememişti. Bu nedenle Zanjani’nin Türkiye’de dağıtılan rüşvet ve Reza Zarrab hakkında söyledikleri Türkiye’de basına pek yansımadı.
 
Savunma sırası davanın iki numaralı sanığı M.Ş.’ye ve üç numaralı sanığı H.F.H geldi. Bu isimleri İran gizli tuttu. Onun için sadece baş harflerini biliyoruz. Bunlar kimdir, görevleri ne idi bilmiyoruz.
 
M.Ş. ve H.F.H., (Bu iki kişi İran devletinde önemli isimler) Zanjani’yi, İran istihbaratı, İran Bankacılık sistemi yöneticileri ve Petrol Bakanı’yla nasıl tanıştırdığını ve onların bu suçların ne kadarının içinde olduğunu anlatmaya başladılar. Zanjani’nin daha önce talep ettiği ama mahkemenin reddettiği gizlilik kararı H.F.H. konuşunca kabul edildi. Yirmi birinci duruşmaya gelindiğinde Türkiye’de "çapraz sorgu" denilen yöntem başladı. Yargı, petrol parasının kayıp kısmının nerelerde olduğuna ilişkin daha detaylı sorguya geçti. Bunaltıcı sorgu sonucunda, Zanjani ülkesine borcunu ödemek istediğini ancak SWIFT sistemine(Tüm dünyadaki bankalar arasında elektronik fon transferi standardı sağlayan sistem...) dâhil olmamaları nedeniyle parayı İran’a getirmesinin fiilen imkânsız olduğunu dile getirdi.
 
 Bu noktada kritik bir uluslararası hamle gerçekleşti ya da denk geldi. Amerika Birleşik Devletleri, ambargonun en güçlü ayağını ortadan kaldırdı ve İran’ı tekrar SWIFT sistemine dâhil ediverdi. Bu hamle İran yargısı karşısında Zanjani’yi köşeye sıkıştıran en güçlü darbe oldu. Zencani sözünü ettiği paraları getiremedi. Tahran yargısı bunun bir oyalama olduğuna hükmetti ve davayı karara bağlayacağını duyurdu. Babek Zanjani'nin Tahran Devrim Mahkemesi'ndeki yargılanma maratonu 5 ay sürdü. Zencani, 3 Ekim 2015’te başlayan davada, İran’da cezası idam olan “Fesat Fil Arz”, yani yeryüzünde yolsuzluğu yaymak ile suçlanıyordu. Zanjani’nin birlikte yargılandığı ve eski iş ortakları olan iki kişiye de idam cezası verildi. Zanjani çıkarıldığı 26’ncı duruşmada idama mahkûm edilirken gözyaşları içinde kaldığı fotoğraf ertesi gün birçok gazetenin birinci sayfasında yer alacaktı.
 
Zencani’ye idam kararı verilmesi ülkede iki farklı biçimde yorumlanıyor. Bir tarafta "adalet yerini buldu!" diyenler var. Diğer tarafta ise "Zanjani feda edildi, asıl suçlular korunuyor” diyenler. Asıl suçlulardan kasıt İranlı pek çok üst düzey devlet görevlisi ve uluslararası sistemdeki bağlantıları... Dava boyunca İran medyasında, yargılamanın Türkiye’yi de kapsayan bir süreç olduğuna ilişkin haberler çıktı. Haberler ‘ismini vermek istemeyen İranlı yetkililere dayandırıldı. Haberdeki yetkililer, Babek Zanjani’nin İran’dan çaldığı paranın büyük bir kısmının Türkiye’de olduğunu vurguluyorlardı.

4 Nisan 2016 tarihinde Amerika’da başlayan  Zarrab davası bu iddianın doğruluğu hakkında yeni bir aşama olacak. Çünkü Zanjani, Zarrab’dan Türkiye’deki kolu olarak net biçimde söz etti. Duruşmalarda ve iddianamede Türkiye’nin adı sıkça geçti. Zanjani, rüşvet verdiğini inkâr etmedi hiçbir zaman. Bin 500 kilo altının İstanbul’da uçakta yakalandığında rüşvet vererek uçağı nasıl havalandırdığını açık açık anlattı. İran’ın petrol paralarını Türkiye’deki ortağı Reza Zarrab’a verdiğini de aynı açıklıkla dile getirdi.
 
Zanjani ve Zarrab olayını anlayabilmek, İran’a ambargo ile birlikte oluşturulan kayıt dışı ekonominin işleyişini bilmekten geçiyor. İran, 37 yıldır ambargolarla yaşayan bir ülke. Önceki Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, nükleer programı yeniden başlattığını duyurunca Amerika mevcut ambargoyu daha da ağırlaştırdı. Alınan uluslararası kararlıların yanısıra daha boğucu ekonomik ambargo yöntemleri de lobi/baskı gücüyle fiilen uygulandı. Ambargo, İran’ın petrol ihracatı yaptığı ülkelere dönük baskıya da dönüştü. Bir enerji devi olan İran, dünya petrol rezervinde dördüncü; doğalgazda ise dünya ikincisi konumunda. Ülke ekonomisinin temeli petrol ve doğalgaz satışı üzerine kurulu. Uzun vadeli anlaşmalar nedeniyle doğal gaz, ambargo dışı tutuldu. Ancak petrol ihracatında İran neredeyse "kımıldayamaz" duruma geldi. Günlük üretilen 3 milyon varil petrol satışından gelecek gelir, İran halkının ihtiyaçlarını karşılamak için vazgeçilemez konumdaydı. Ambargo dayanılamaz hale gelince İran "B Planlarını" devreye soktu. Ambargo sadece devletleri kapsadığı için İran, özel şirketler üzerinden bunu delme yoluna gitti. Ahmedinejad’a yakın kişilere dünyanın çeşitli ülkelerinde onlarca ithalat/ihracat şirketi kurduruldu. "B Planı" sistemin işleyişi özetle şöyleydi:

1- Ulaşım sektöründen tanker filoları, havayolu şirketleri ve limanlar satın alınmaya başlandı.
2- Küçük tankerler, İran’dan petrolü alıp Malezya açıklarına götürmeye başladı.
3-  Petrol burada büyük tankerlere aktarılarak; Kore-Singapur-Hindistan ve spot petrol piyasasına satıldı.
4- Dolar olarak alınan para altına çevrildi. 
5- Altın, Malezya İslam Bankası başta olmak üzere farklı ülkelerdeki bankalar üzerinden dolaşıma sokuldu.
 
Peki, bu tonlarca altın İran'a nasıl dönecekti? Sistemde dönen para oldukça büyüktü. Zanjani’nin duruşmada verdiği bilgiye göre bazen günde 2 milyon varil (250 milyon dolar) petrol satıldığı olmuştu. İran’ın petrol üretim kapasitesini düşündüğümüzde yıllık 80-90 milyar dolar büyüklükten söz ediyoruz. Bu kadar “kara parayı” dolaşıma sokmak büyük bir zorluktu. "Zanjani Çarkı" tam bu noktada devreye girdi. "Sarışın Oligark" tek başına iki yılda 170 milyar dolarlık kara parayı aklayıp dolaşıma soktu.
 
7- Satın aldığı havayolu firmaları (İddiaya göre Türkiye’de Onur...) ya da kiraladığı uçaklarla bu altınları Türkiye’ye soktu.
8- Altın, “değerli taş” ya da başka isimlerle gümrüklenerek Dubai’ye nakledildi. Böylece Türkiye çok büyük “altın ve değerli taş ihraç eden ülke” olarak gözükmeye başladı.
Türkiye’de sanki cari açık kapanıyordu. 
9- Dubaili mücevherat üreticileri bu altınları eritip ziynet eşyasına dönüştürdü.
10- Ziynet altınları teknelerle İran’a gönderildi.
11- Ziynet altınları İran’da tekrar eritilip külçeye dönüştürüldü. İran elindeki altınları ülke ihtiyacı için kullanıma sokuyordu. Kara para aklanmıştı.
 
Zanjani’ye göre oluşturulan bu dev kayıt dışı ekonomide komisyonlar kaçınılmazdı. İfadesine göre; para trafiğinde yüzde 20-25’lik kısmı "aklanma komisyonu" olarak dağıtıldı. Kendi payı ise; yüzde 2 idi. Zanjani komisyonun yüzde 5’inin Dubai’de, yüzde 5’inin ise Türkiye’de kaldığını söylüyordu. Mahkeme bu noktada daha net sorular yöneltiyordu tabi. Zanjani, kendisine ait havayolu şirketleriyle Türkiye’ye soktuğu altın/paranın çıkarılması sırasında Türkiye’deki ortağı aracılığıyla Türk yetkililere yüksek miktarda rüşvet verildiğini itiraf etti. Zanjani üç Türk bakana bizzat ne kadar para verdiğini isimlerini vererek anlattı. Verdiği rakam toplamda 137 milyona denk geliyordu. Zanjani, Türkiye'de dağıtılan rüşvetin toplam rakamını da verdi: 8,5 milyar dolar! İddia ettiği 8,5 milyar dolar “komisyonun” asıl büyük kısmının dağıtımını ise“Türkiye’deki kolunun” bildiğini söylüyordu. Kimdi bu Türkiye’deki sağ kolu. Reza Zarrab…
 
Şimdi size çarpıcı bir görüşmeyi aktaracağım. Bu görüşme Reza Zarrab ile eski iç işleri bakanı Muammer Güler arasında 11 Ekim 2013 günü saat 19.51 de yapılıyor.
 
Reza Zarrab :
 
-Sayın bakanım, sadece insanın ailesini zedeliyorlar, başka bir şey yok.
 
Eski iç işleri bakanı Muammer Güler:
 
-Abicim sen o konuda rahat ol. Vallahi öyle bir şey varsa senin önüne ben yatarım yaaa. Senin iç işleri bakanlığında bir şeyin yok, MİT’te bir şeyin yok, mali’de (maliyede) bir şeyin yok.
 
…. Ne diyeceğini şaşırıyor insan…
 
Zanjani savunması boyunca yaptığı tüm faaliyetlerin İran’a uygulanan ambargoyu delmek, ülkesini ve halkını rahatlatmak için olduğunu söyledi. Ancak İran mahkemesi tüm bunlara rağmen idam kararı verdi. Mahkeme, Zanjani’nin para akışında Petrol Bakanı ile birlikte sahte alındı makbuzlarıyla en az 14 milyar doları "iç ettiği" görüşünde. Hatta mahkemenin elinde bu çarkın içinde dönemin devlet başkanı, dini lideri ve çok sayıda devlet yetkilisinin olduğuna ilişkin deliller var. Mahkemenin bu yetkililere doğru uzanma ihtimali Ruhani yönetiminin elindeki çok büyük bir koz. Nitekim Ruhani hükümeti idam kararının ardından “Zanjani idam edilerek asıl suçlular izini kaybettirmek istiyor”  açıklamasında bulundu.
Ruhani’nin bir kritik hamlesi de “Asıl suçluların bulunmadığı ve diğer ülkelerdeki bağlantılarının ortaya çıkarılacağı güne kadar mücadelenin devam edeceği”   şeklindeki açıklamasıydı. Bu uluslararası paslaşmaların eşliğinde Reza Zarrab, eşi ve çocuğunu yanına alarak Amerika’ya gitti ve FBI tarafından gözaltına alınıp tutuklandı.

Bu hamlede ABD’nin 2 amacı var:
 
1-Reza Zerrab üzerinden ilk etapta kendi ulusal çıkarlarına yönelik tehdidi yok etmek.
 
Çünkü muhakkak ABD’de de rüşvetler verildi. Orada da pislikler var. ABD bu pislikleri deşifre etmek istemiyor. En azından şu aşamada. Belki sonra onlar da kendi göbeklerini kendileri kesecekler…
 
2-İkinci etapta ise; İran iç siyasetinde Ruhani’nin yapamadığını yaparak, İran ekonomisi ve siyaseti üzerinde etkin olan derin gücü çökertme peşinde.
 
İran-Batı anlaşması gün geçtikçe gelişirken masadaki Zarrab davası, ABD’nin İran karşısında elini güçlü tutacak sağlam bir koz aynı zamanda.

Birçok otoriteye göre dava, tarihte iz bırakan siyasi davalardan birine dönüşebilir. ABD tarafından ele geçirilip delil niteliği kazanan Zarrab’ın mektubundaki   “ekonomik cihat” kavramı, CIA’in İran Devrimi’nden bu yana mücadele ettiği bir kavram.

Bu davada, birkaç ülkeyle birlikte Türkiye’nin de, özellikle bir kamu bankası (Halkbank)  Hazine Müsteşarlığı ve bazı siyasiler üzerinden sıkıştırılması muhtemel.
 
Türkiye temelde bir rüşvet soruşturması olan 17 Aralık’ı bağımsız biçimde yargılayamadı, Zarrab’a karşı hukuku işletmedi. Cezaevinde olması gereken  Zarrab, şimdi yaban ellerde güçlü bir koz. Türkiye ise uluslararası sistem önünde “kara para aklama ve bankacılık sisteminde sahtekârlık”  gibi büyük suçlamalarla yüzleşme riski ile karşı karşıya... İran başta da dediğimiz gibi yeni dönemi çok iyi okudu ve kendi göbeğini kendi kesti.  Türkiye ise “yolsuzluk, rüşvet ve kara para aklamada”  büyük bir başarıya imza atarak 149 ülke arasında 12nci sıraya yükseldi. Hele son 2-3 yılda bu başarı öyle küçümsenecek bir başarı değil. Boru mu bu? Ukrayna, Irak, Bangladeş, Katar, Mısır hatta Venezüella’yı bile solladık. Küresel Finansal Dürüstlük Örgütü Türkiye’nin son bir yılda 14 basamak birden yükselerek kara para aklamada dünya 12nciliğine yükseldiğini duyurdu. Bir evvelki raporda Türkiye 26ncı sırada yer alıyordu. Aklanan miktar yılda ortalama 15-16 milyar dolar… Vay bee!
 
Bakalım işin sonu nereye kadar varacak…
 
Bu hafta da bu kadar sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım…
 
Bu yazımı büyük oranda nokta dergisinden aldım. (4 Nisan 2016) Hatta bir kısmını aynen kopyaladım.
 
Ayrıca Cumhuriyet gazetesi arşivlerinden faydalandım. Özellikle eski iç içşeri bakanı Muammer Güler ile Reza Zarrab arasındaki konuşmayı 15 Şubat 2014 tarihli Cumhuriyet.com.tr. den aldım. Ayrıca Vikipedia ansiklopedisinden de faydalandım.
 
Hoşça kalın sevgiyle kalın…
 
Aaron Baruch  (Ankaralı)
NOT :  Bu yazımı Reza Zarrab konusunda araştırma yapmam için bana Miami'den yazan 40 senelik dostuma ithaf ediyorum. O kendisini biliyor.Ben de onun bildiğini biliyorum