Wednesday, June 28, 2017

Kıbrıs Müzakere Prangası (E. Büyükelçi Tugay Uluçevik)

Kıbrıs Müzakere “Prangası”
Tugay ULUÇEVİK, Emekli Büyükelçi

Çözümsüzlüğün Sebepleri

Kıbrıs müzakere süreci 49. yılını tamamlamış bulunmaktadır. Ortaya çözüm çıkmış değildir. Bugünkü durumda, iddiaların aksine, çözüme yaklaşılmış da değildir.
Bu neden böyledir? 
Birincisi, Rum – Yunan ittifakı Kıbrıs için “enosis” emelinden ve hayalinden vazgeçememiştir. 
İkincisi, Kıbrıs Rum kamuoyu ve özellikle genç kuşak bu vakte kadar siyasetçiler tarafından Ada’da “iki kesimli federal” çözümü kabul yönünde beslenmemiş, teşvik edilmemiştir. Bu gerçeğin görülebilmesi için müzakere sürecinin sadece son 10 yıllık dönemine göz atılması bile yeterlidir. Rum liderler, Makarios’un 1977’de Denktaş’la Kıbrıs sorununun çözümü için “federasyon” şekli üzerinde mutabakata varmış olmasını dahi eleştiren demeçler vermişlerdir. Hristofyas çeşitli vesilelerle “federasyon formülü Makarios’un verdiği acı bir tavizdir” sözünü tekrarlamıştır. Anastasiadis de bir konuşmasında, müzakerelerin “iki kesimli ve iki toplumlu federasyon” hedefini “ıstırap veren bir uzlaşı” olarak nitelemiştir. 
Üçüncüsü, Rum tarafı ve Yunanistan, ortak pozisyonlarını, çözüm için 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının kaldırılması ve Ada’nın Türk askerî varlığından tamamen arındırılması ön şartlarında kilitlemişlerdir.

Rumlar Çözümsüzlükten Rahatsız Değildir
BM Güvenlik Konseyi’nin ve AB’nin gelişmelerin seyri içinde aldıkları Rum tarafının iddialarına ve pozisyonuna arka çıkan kararlar ve bunlara dayalı olarak yaptıkları uygulamalar, Rum – Yunan ortaklığını, Kıbrıs sorununun gerçekçi, adil ve kalıcı çözümü için Kıbrıs Türk tarafıyla ve Türkiye ile uzlaşıp anlaşma yapmaya ihtiyaç duymaz hale getirmiştir. “Ada’daki statüko (status quo) kabul edilemez” diye yakınan Rumların ve Yunanistan’ın aslında çözümsüzlükten rahatsız olmadıkları da gün gibi aşikârdır.

Rumların Uzun Vadeli Stratejisi 
Rumların ve Yunanistan’ın 1963, 1967 ve 1974’deki silâhlı “enosis” girişimleri Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye tarafından sonuçsuz bırakılmıştır. Türkiye’nin haklı ve zamanlı askerî harekâtıyla Ada’da iki kesimli ve iki devletli yeni bir durum yaratılmıştır. Böylece  gerçekçi ve yaşayabilir bir çözümün alt yapısı oluşmuştur.  Rum – Yunan ittifakı ise  kendilerinin sebep olduğu bu yeni durumu kabullenememiştir. Ada’daki durumu, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale hak ve yetkileri de kaldırılmış olarak, eski haline getirme hayaliyle “uzun vadeli mücadele” stratejisini uygulamaya koymuştur.
Bu strateji, daha önce silâhlı saldırılar ve ekonomik abluka gibi sindirme metotlarıyla “enosis” karşısındaki direnci kırılamayan Kıbrıs Türk halkının dayanma ve mücadele azminin “yıldırma” ve “usandırma” yöntemlerine başvurularak aşındırılabileceği düşüncesinin ve ümidinin ürünü olmuştur.

Rum Tarafı Müzakere Sürecini Kötüye Kullanıyor
Rum tarafı, Yunanistan’ın da desteğiyle, BMGS’nin “iyi niyet” görevi çerçevesindeki çözüm arayışlarında, müzakere sürecini  “uzun vadeli mücadele” stratejisinin hedefleri doğrultusunda istismar etme niyetiyle hareket etmiştir. Rum tarafı, Türkiye’nin 1974 müdahalesinin Ada’daki sonuçlarını – iki kesimlilik dahil - bütünüyle ortadan kaldıran, Garanti ve İttifak Antlaşmalarını sona erdiren, Ada’yı Türk Silâhlı Kuvvetlerinin unsurlarından tamamen arındıran bir çözüm şekli elde edebilmesine elverişli bir konjonktürün ortaya çıkmasına değin masada ve masa dışında oyalayıcı tutum ve taktiklerle zaman kazanma peşinde olmuştur.

BM’nin ve AB’nin tutumları Rumların Amaçlarına Hizmet Ediyor
Özellikle KKTC’nin ilânından sonraki dönemde BM Güvenlik Konseyi’nin KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasını engellemek için uluslararası topluma yaptığı çağrıyla beraber AB’nin ticarî ve ekonomik ilişkiler ve vize bakımından KKTC’ne getirdiği çeşitli kısıtlamalar ve nihayet, Rum yönetiminin ve Yunanistan’ın AB üyesi olmaları,  Rumların stratejilerini uygulamaları için müsait bir zemin oluşturmuş ve güçlü bir destek sağlamıştır.
Rum tarafı bu zemini kullanarak Kıbrıs Türk halkının Ada’da çözümsüzlüğün sıkıntılarını hissetmelere yol açacak uygulamalara girişmiştir. Algı operasyonları düzenlemişlerdir. 
Türkiye’nin Nisan 1987’de AB’ne tam üye olmak için başvuruda bulunmasından sonra ise Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflı konular ve Kıbrıs konusu Türkiye – AB ilişkilerinin gündemine dahil edilmişlerdir. Fazla zaman geçmeden de Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin sürecin ilerleyebilmesinin siyasî şartları haline getirilmişlerdir. Bu durum da Rum – Yunan ortaklığının Kıbrıs sorunundaki stratejisinin uygulanmasına ilâve destek ve güç kazandırmıştır.

Hristofyas’ın İfşaatı
Rum tarafında 2008 yılında Hristofyas’ın başkan seçilmesi nedense o zaman  KKTC’de, Türkiye’de ve uluslararası çevrelerde Kıbrıs sorunun çözüm yolunda ümit ve beklenti yaratmıştır.  Bu beklenti boşa çıkmış; Hristofyas ile Talât arasındaki müzakere süreci sonuç vermemiştir. 
Hristofyas görev süresinin sonuna doğru yaptığı konuşmalarda “5 yıllık iktidarı boyunca KKTC’ye yönelik ambargoların yürürlükte kalması için mücadele ettiklerini” söylemiş; bunu başkanlık döneminin bir “başarısı” olarak  takdim etmiştir. “Yaptığımız en önemli iş, soruna yön veren tarafları KKTC’nin siyasi düzeyinin yükseltilmesinin bölünmeye neden olacağına ikna etmemiz ve çözüm umutlarını sürdürmemiz oldu” demiştir.
Hristofyas’ın partisi AKEL’in Annan Plânı üzerindeki referandumda o dönemdeki Rum Lider Papadopulos’un “red” kampanyasını desteklediğini ve AKEL taraftarlarının oylarıyla Plân’ın reddedildiğini kaydetmek isterim. 
Rum tarafının müzakere sürecini kendi emelleri doğrultusunda kötüye kullanma niyeti, çözüm çabalarının bir zaman çerçevesiyle sınırlanmasına; BMGS’nin “hakemlik” gibi bir rol üstlenmesine daima kararlı biçimde karşı çıkıyor olmasından da bellidir.

Çözüm Süreci Kıbrıs Türk Halkına Vurulmuş Prangadır
Konuya bu gerçeklerin ışığında baktığımız zaman Kıbrıs müzakere sürecinin KKTC halkının iradesine, enerjisine, kalkınma hamlelerine ve en önemlisi de genç kuşakların istikbal ve kaderine vurulmuş bir pranga olduğunu söylemek yanlış olmaz. Böyle bir pranganın genç nesilleri istikbal bakımından karamsarlığa, ümitsizliğe ve bezginliğe sevk etmesi de şüphesiz kaçınılmazdır. Bunun sonucu da, korkarım, Kıbrıs konusunda yaşayabilir âdil ve kalıcı bir çözüm şekline doğru ilerleme sağlanması değil, Kıbrıs Türk halkının  milli davada çözülmeye doğru hızla kayması olacaktır.
Bu pranganın ya halen devam etmekte olan Cenevre konferans sürecinde Türk tarafınca kesin kararlı bir tutum ve duruşla kırılmasının veya müzakere sürecine “devam edip etmeme” konusunun KKTC’de referanduma sunulmasının zamanının çoktan gelmiş ve geçmekte olduğunu düşünüyorum.
Son 6 Aylık Gelişmeler Türk tarafı İçin Tehlike İşaretleri Vermektedir
Müzakere sürecinin özellikle 2016 Eylül ayının sonlarından bu yana gösterdiği gelişme seyri de Rum – Yunan tarafının niyet ve tasavvurlarına ışık tutmaktadır. Gelişmeler, aynı zamanda, Türk tarafının BM diplomasisinin fevkalâde kaygan ve tuzaklarla dolu zemininde istenmeyen istikametlere doğru sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu da ortaya koymaktadır.

BM’nin Rum tarafını Kurtarma ve Destekleme Operasyonları
Bu sürüklenme tehlikesinin ortaya çıkmasında, KKTC Cumhurbaşkanının ve müzakere heyetinin iki yıldan bu yana zaman kaybedilmeden çözüme ulaşılması yönünde açığa vurulan hevesini diplomasinin inceliklerini ve hilelerini kullanarak istismar eden BM diplomatlarının da rolü vardır. BM diplomatları, Rum tarafının oyalayıcı taktikleri ve iyi niyetle müzakere etme zihniyetiyle bağdaşmayan davranışları yüzünden sürecin tıkanma ve kopma noktasına geldiği durumlarda yaptıkları müdahalelerle Rumları sıkıştıkları köşeden kurtarma cihetine gitmektedirler. Süreci Rum tarafının tercihlerine göre o vakte kadar üzerinde mutabakata varılmış ve uygulanmış usul kurallarını da ihlâl ederek yönlendirmekte ve şekillendirmektedir. Bunun somut örneklerini hatırlamakta fayda vardır:

Ucu Açık Konferans İçin Çavuşoğlu: “Ucu Açık Konferans İstemiyorduk”

BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışma Norveçli Eide’in girişimiyle Akıncı ve Anastasiadis 1 Aralık 2016 akşamı yemekte buluşmuştur. Bu buluşmada 5’li Konferans’ın toplanacağı tarih belirlenmiştir. 
Bu yapılırken, Kıbrıs sorununun iç veçhesine ilişkin bilinen 4 gündem maddesinin tamamından taraflar arasında anlaşma olmadan toprak ayarlamaları bahsinde karşılıklı harita verilmesine yol açacak bir takvim belirlenmiştir. 
Ayrıca, doğrudan iki toplum lideri tarafından görüşülen konularda anlaşma ortaya çıkmadan 5’li Konferansa geçilmesine yol açan bir düzenleme öngörülmüştür. 
Konferans’ın ucu Rumların tercine uygun biçimde açık bırakılmıştır. Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu Konferans’a katıldıktan sonra Cenevre’de 14 Ocak günü düzenlediği basın toplantısında “ucu açık süreç istemiyorduk” demiştir. Bellidir ki Konferans kararı alınırken ve takvim düzenlenirken Türk tarafı  Rum – BM işbirliği ile bir emrivaki karşısında bırakılmıştır.
5’li Konferans’ın - gözlemci statüsündeki AB hariç - Kıbrıs’taki iki toplumun ve üç garantör devletin katılmasıyla toplanması öngörülmüştür. Konferans salonunda masalara İngilizce olarak Kıbrıs Türk Toplumu Lideri  – Kıbrıs Rum Toplumu Lideri – Türkiye – Yunanistan – İngiltere yazılı tabelalar konulması gerekirken, sırf Anastasiadis’in hem devlet hem toplum lideri olduğu iddiasını karşılamak üzere, katılımcıların önüne sadece “Ekselans” unvanıyla birlikte katılan şahsın ismini ihtiva eden tebelâlar yerleştirilmiştir. 

BMGS Akıncı’nın da Katıldığı New York Buluşmasında Anastasiadis’e İstediğini Veriyor

Rum meclisinin aldığı “enosis” ile ilgili kararın yarattığı kriz ve hemen sonrasında Anastasiadis’in müzakerelerin devamı için ileri sürdüğü “öncelikle güvenlik ve garantiler, ardından da toprak düzenlemeleri konuları halledilmelidir; bunlardan sonra diğer 4 başlığı ele alalım” şeklinde özetlenebilecek ön şartlar yüzünden müzakere süreci Mayıs ayının sonlarında kopma noktasına gelmiştir. BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide Atina’da Dışişleri Bakanı Kotzias ile görüştükten sonra “endişeli olduğumu paylaşmak istiyorum. Sürecin sıkıntılı olduğu konusunda şu üç yıldaki herhangi bir dönemden daha fazla endişeliyim” demiştir. O noktada müzakerelerde bir kopma olsaydı, kuşkusuz sorumluluk Rum tarafına ait olacaktı. BM yetkilileri müzakere sürecinde sorumluluğun Rum tarafına yükleneceği bir kesilme olmasına razı olmamıştır.
 
BMGS Kıbrıs Konferansı’na Devam Edileceğini Açıklıyor

Eide’nin tavsiyesiyle BMGS Guterres devreye girmiş ve iki lider New York’a davet edilmişlerdir. BMGS iki liderin huzurunda okuduğu bir açıklama metniyle “Kıbrıs hakkındaki Konferansın” Haziran ayı içinde yeniden toplanması hususunda Liderlerin ve BMGS’nin mutabakata vardığını duyurmuştur. 
Açıklamanın İngilizce metni okunduğum zaman, kullanılan ifadeleri, Rum tarafının “güvenlik – garantiler” ardından “toprak” konusunun öncelikle halledilmesi yolunda ileri sürdüğü “ön koşulların” âdeta iki Liderin ve BMGS’nin ortak anlayışıymış şeklinde  kabul edildiğini Anastasiadis’in iddia etmesine yardım edecek nitelikte bulduğumu belirtmek isterim.
Bir kere açıklamada güvenlik ve garantiler konusuna öncelikle yer verilmiş ve şöyle denilmiştir:
“Güvenlik ve garantiler hakkındaki bölümün iki toplum için hayatî önemde olduğu hususunda hepimiz mutabık kaldık. Bu bölümdeki ilerleme kapsamlı bir anlaşmaya ulaşılmasında ve gelecekteki güvenlikleri bakımından iki toplum arasında itimat yaratılmasında aslî bir unsurdur.” 
[ All agreed that the chapter on security and guarantees is of vital importance to the two communities. Progress in this chapter is an essential element in reaching an overall agreement and in building trust between the two communities in relation to their future security.]
İki tarafın konu hakkındaki bilinen birbirine zıt görüşleri ve pozisyonları karşısında bu yazım biçiminin ortaya, olgulara dayanan tarafsız bir ifade koyduğunu söylemek mümkün müdür?
İkincisi, açıklamada yer alan şu ifadedeki konuların zikrediliş sırasına işaret etmek istiyorum:
“Liderler toprak, mülkiyet ve yönetim ve güç paylaşımı ile başlayarak halledilmeden duran bütün diğer konular hakkında iki toplumlu müzakerelere paralel olarak devam etme hususunda mutabık kalmışlardır.”
[ The leaders agreed to continue in parallel the bi-communal negotiations in Geneva on all other outstanding issues, starting with territory, property and governance and power-sharing.]
“Toprak” (territory) konusu gündemde sıra itibariyle bilinen ilk 4 konudan sonra yer aldığı halde, açıklamanın bu paragrafında “toprak” konusunun başta yer verilmiş olmasını rastgele bir sıralama olarak düşünmek mümkün müdür? Diplomaside hazırlanan belgelerdeki sıralamaların anlamı yok mudur?

Rum Tarafı İstediklerini Aldığını İddia Ediyor; Türk Tarafı Reddediyor

Rumlar açıklamadaki ifadeleri istismar cihetine gitmekte gecikmemişlerdir. New York’ta  “istediklerini elde ettiklerini” söylemişlerdir.   
Türk tarafı Rumların iddialarını ve yorumlarını reddetmiştir. Cenevre Konferansı’nın önkoşulsuz toplanacağını vurgulamıştır. Dışişleri Bakanlığımız açıklama yaprak getirilen yorumların Rum tarafının samimiyetsizliğini ve çözüme yönelik siyasi iradeden ne denli yoksun olduğunu bir kez daha gözler önüne serdiğini;  Kıbrıs Türk tarafıyla siyasi eşitlik temelinde yeni bir ortaklık tesis etmeyi isteyip istemediği konusunda da soru işaretlerini pekiştirdiğini ifade etmiştir.  
Beşli Cenevre Konferans sürecine 28 Haziran günü İsviçre’nin turistik Crans Montana dağ kasabasında devam edileceği bu dönemde Rum – Yunan tarafının ve onlara bu vakte kadar çeşitli yollardan ve şekillerde destek ve cesaret veren kararlar almış, uygulamalar yapmış olan BM, ABD, İngiltere ve AB’nin ne amaç güttüğü bellidir.

BM’nin Güttüğü Amaç

Güney Kıbrıs’ta başkanlık seçimlerine 7 ay kalmıştır. Rum siyaseti seçim sathı mailine girmiştir. Seçimde sonucu en ağırlıklı olarak etkileyebilecek konu Rumların “ulusal konu” dedikleri Kıbrıs sorunudur. Hiçbir Rum lider bu vakte kadar seçim dönemlerinde Kıbrıs konusunda çözüme katkıda bulunabilecek bir esneklik gösterememiştir. Bu olgu Anastasiadis için de geçerlidir. Bu durumda BM, ABD, İngiltere ve AB Anastasiadis’in sebep olduğu bir durum sebebiyle sürecin kesilmesini istemedikleri için devreye girerek Cenevre Konferansı’nın yeniden toplanmasını sağlamışlardır. 
BM’nin, Konferans’ın kopmadan uzunca bir süre devamı için gayret sarfetmesi beklenir. Eide geçen hafta Yunanistan Dışişleri Bakanı ile yaptığı görüşmeden sonra Konferans’ın “haftalar sürebileceğinden” söz etmesi boşuna değildir. Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974’de vukubulan Yunan darbesinin ve 20 Temmuz 1974’deki Barış Harekâtımızın yıldönümleri dolayısıyla Konferans’a bir haftalık ara verilmesini düşünüyor olmaları da muhtemeldir. 
BM Genel Kurulu’nun yeni dönem çalışmaları 12 Eylül 2017 tarihinde başlayacaktır. 
Cenevre Konferansı’nın da her halükârda Eylül’den önce şu veya bu sonuçla sona erdirilmesi veya sürece ara verilmesi tahmin edilir. Ağustos’un Avrupa için tatil ayı olduğu dikkate alınınca da Temmuz sonu Konferans için normal süre olarak görülebilir.

Konferans’ta Öncelikli ve Ağırlıklı Konu Güvenlik ve Garantiler

Konferans’ın çalışma düzeninin öncelikle “güvenlik ve garantiler” konusunun ele alınmasını sağlayacak biçimde hazırlanmıştır. Bu gündem maddesi altındaki görüşmelere, BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide tarafından hazırlanan ve Kıbrıs Konferans’ının birinci aşamasının ertesinde Kıbrıs’taki iki tarafın ve garantör devletlerin yetkili memurlarının yaptıkları çalışmalarda “güvenlik ve garantiler” konusunda dile getirilen görüşleri derleyen belge rehberlik edecektir. Bu belge Eide tarafından Konferans’a katılan taraflara sunulmuştur. 
KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı Belge hakkında “beklentilerimizin ötesinde bir belge değil, Rum tarafında gereksiz abartılı anlamlar yüklenmeye çalışılmıştı, biz bunu yapmadık bir beklenti içerisinde de değildik” demiştir.
Belgeye dair özellikle Rum basınında bazı bilgiler ve yorumlar yer almıştır. Rum yönetiminin ve Yunanistan’ın Belge’yi kendileri için tatminkâr bulmadıklarına; itirazlarını ve eleştirilerini içeren mektupları BMGS’ne Konferans’tan önce gönderdiklerine dair haberler dolaşmaktadır. Belgenin tam metni basında yayınlanmamıştır. Belgeyi okumadan bu aşamada muhtevası hakkında bir değerlendirme yapmamın doğru olmayacağını düşünüyorum.

Konferans’tan Ne Sonuç Beklenir? Muhtelif İhtimaller

BM, ABD, İngiltere, AB için Konferans’ta alınabilecek en ideal netice,  Türk tarafının, 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının ortadan kaldırılmasını  veya Türkiye’nin garanti ve Ada’da asker bulundurma  hak ve yetkilerinin sulandırılıp zaman içinde yok edilmesini öngören bir Antlaşmayı kabul etmesiyle sorunun kapsamlı çözüme ulaşmasıdır. Böyle bir sonuç Rum – Yunan tarafının da hayalidir.
Türkiye için teslimiyet ifade eden  böyle bir sonucun ortaya çıkmasını mümkün görmediğim için böyle bir ihtimal üzerinde durmak istemiyorum. 

AB’de Türkiye’yi Tam Üye Olarak Kabul Etme Niyet ve İradesi Yoktur

Yine de, ülkemizde, Türkiye’nin AB tam üyeliği sürecinde önündeki engelleri aşmak için Kıbrıs sorununda bugüne kadar göze alamadığı adımları atmasının gerektiğini düşünenler bulunduğunu bilenlerdenim. Bu sebeple,  1998 – 1999 döneminde terörist başı Öcalan’ın Suriye’den çıkarılıp Avrupa’da dolaştığı, Roma’da misafir edildiği, daha sonra Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirildiği olaylar zincirinin Almanya’ya yansımalarını; Türkiye’ye 1999’da Helsinki’de  AB katılım adaylığı statüsü verilişine ilişkin gelişmeleri Almanya’da Büyükelçi olarak izlemiş, zamanında değerlendirmiş bir kişi olarak ülkemizin AB tam üyeliği ihtimali konusundaki kanaatimi aşağıda kısaca paylaşmak istiyorum:

Türkiye’ye AB katılım üyeliği adaylık statüsü verildiği 1999 yılında dahi, başta Almanya olmak üzere, AB’nin önde gelen üyelerinde, ileride Türkiye’yi tam üye olarak kabul etme isteği ve iradesi belirgin biçimde ortaya çıkmış değildi. Helmut  Koh’ün yerine Almanya’da Gerhard Schröder başbakan olmuştu. Bu değişiklik Türkiye’de AB adaylığımızın kabulü bakımından ümitleri arttırmıştı. Sosyal Demokrat ve Yeşiller koalisyon hükûmeti kurulmuştu. Başbakan Schröder iki ay sonra AB dönem başkanlığı koltuğuna oturmuştu.  Almanya 1999 Ocak ayında yayınladığı AB Başkanlık öncelikleri raporunda Türkiye’nin AB bakımından konumunu Rusya ve Ukrayna ile beraber aynı paragrafta değerlendirmişti. Bu gelişme Ankara’da hayal kırıklığı yaratmıştı.  Terörist başının Şubat 1999’da yakalanıp Ankara’ya getirilmesi Almanya’daki PKK unsurlarının şiddet hareketlerine yol açmıştı. Bu gelişmelerden sonra Alman hükûmeti Köln’de 1999 Haziran başında toplanacak olan AB Zirvesi’nde Türkiye’nin AB katılım adaylığı statüsünü gündeme getirme kararı almıştı. Bununla beraber, Zirve’de İsveç ve Yunanistan Türkiye’nin adaylığına karşı çıkmış ve sonuç alınamamıştı. Türkiye’nin adaylığı konusu 1999 Aralık AB Zirvesi’ne taşınmıştı. Bu Zirve’de Almanya ağırlığını koyarak Türkiye’ye AB katılım adaylığı statüsü verilmesinde başroldeki aktör olmuştu. Bununla beraber, AB, adaylık statüsü karşılığında Türkiye’ye, o dönemde yeni başlamış olan Kıbrıs müzakerelerinde ortaya çözüm çıkmamış olsa dahi, “Kıbrıs’ın” kendi AB tam üyelik müzakerelerinin tamamlanması halinde AB’ne tam üye olarak katılmasını peşinen kabul ettirmişti.  AB, bundan sonra Türkiye’nin AB üyelik süreci ile Kıbrıs sorununun çözümüne Türkiye’nin yapacağı katkılar arasında bağ kurmaya başlamıştır.

Türkiye’nin Kasım 2002 – Nisan 2004 döneminde Annan Plânı üzerindeki Kıbrıs müzakere sürecinde sorununun çözümü yönünde gözle görülür çok etkin ve etkili rol oynamış olmasına rağmen, bugüne kadar AB kapısı Türkiye’ye aralanmış bile değildir. Türkiye’nin üyelik yoluna döşenmiş olan engeller kaldırılmamıştır.  Ayrıca, özellikle son 10 yıllık dönemde Türkiye – AB ilişkilerinde meydana gelen gelişmelerin genel tablosu ile dünyanın genel olarak içinde bulunduğu şartlar, ortaya çıkan ve Avrupa’ya da sirayet edip etkisini göstermiş olan nefrete, düşmanlığa, ayırımcılığa ve şiddete dayalı cereyanlar, Türkiye’nin tam üyeliği konusunda AB’nin giderek katılaşmasına sebep olmuştur. AB topu Türkiye’de de artık  eskisi gibi zıplamaz olmuştur. Yakın geçmişe kadar Türkiye’de siyasî iktidarların, önemli iş çevrelerinin, basının belirli bölümünün, liberal entelektüellerin de çeşitli algı operasyonlarıyla inandırılmış  oldukları “Kıbrıs sorunu Türkiye’nin AB sürecinde önünde duran başlıca ve hattâ tek engeldir” iddiası, kullanılabilirliğini kaybetmiş bulunmaktadır. Türkiye’nin AB üyeliğinin önündeki gerçek engeller gözle görülür, elle tutulur hale gelmiştir.
Bu düşüncelerle, önümüzdeki yakın dönemde Türkiye Ada’da etkin ve fiilî garanti hak ve yetkilerinden vazgeçse dahi AB tam üyeliğimizin gerçekleşme ihtimalini, en iyimser ifadeyle,  yüksek görmemekteyim.

BM’nin Muhtemel Tutumu

Kıbrıs Konferansında, BM’nin taraflardan birinin köşeye sıkıştırılıp masadan kalkmasına sebep olunacak bir durum yaratmaktan kaçınacağını tahmin ederim.
Özellikle sorumluluğun Rum tarafına yükleneceği bir durumda Konferans’ın kesilmesini istemedikleri de bellidir.
  
Türk Tarafının Süreçten Çekilmesi İstenir Mi?

Türk tarafının oynanmakta olan oyunların bilinci içinde,  müzakere sürecinden çekilmesinin de, aslında BM, ABD, İngiltere, AB ve Rum – Yunan Ortaklığı için istenmeyen sonuç olması gerektiği düşüncesindeyim.  
Türk tarafının masadan kalkması hernekadar ilk başta Rum – Yunan tarafını memnun edecekse de, böylece elde etmeyi bekledikleri kozlar uzun süre işlerine yaramayacaktır. Çünkü, yukarıda işaret ettiğim “uzun vadeli mücadele” stratejilerinde oyalayıcı taktiklerle müzakere yöntemini kullanma imkânını kaybetmiş olacakladır. 
Aynı şekilde, BM, ABD, İngiltere ve AB de,   Türkiye’nin dünyaya meydan okuyan bir davranışla masadan kalkmayı göze aldığı bir durumda, bundan böyle, Kıbrıs konusunda Türkiye’yi müzakereler yoluyla barışçı çözüme razı edebilecek diplomatik manivelalardan mahrum kalmış olacaklardır. Genel olarak dünyanın, özel olarak bölgemizin içinde bulunduğu karışık ve istikrasız bir dönemde diplomasi dışında zorlayıcı tedbirlerle Türkiye’yi
kaybetmeyi – bazı zafiyetlerimize rağmen - kimsenin göze alamayacağını da değerlendiriyorum. 
Türk tarafının masadan kalkma gibi kesin bir davranış ortaya koyması karşısında, AB de Türkiye’nin AB üyeliği ile Kıbrıs konusunda bağ kurarak bugüne kadar işi zamana yaymak için sürdürdüğü oyunları oynama imkânını yitirecektir. 
Bu mülâhazalarla, BM’nin ve Kıbrıs konusuna aktif ilgi gösteren güçlerin  Kıbrıs  Konferansı’nın ikinci sahsında da anlaşma ortaya çıkmadığı takdirde, tarafları suçlamadan süreci Rum kesimindeki başkanlık seçiminin sonrasına ertelemeyi tercih etmesini beklerim.

Çözümün Türk Tarafı İçin Önemli Unsurları

Ocak ayındaki Cenevre Kıbrıs Konferans’ından sonraki dönemde Türkiye’de ve KKTC’de devlet adamları Kıbrıs sorununun siyasî çözümü için temel nitelikteki unsurlar hakkında kararlı demeçler vermişlerdir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun ABD’de çıkan 19 Mart 2017 tarihli Washington Times gazetesinde “Türkiye’nin Kıbrıs Vizyonu” (Turkey’s vision for Cyprus) başlıklı makalesi yayınlanmıştır.
Çözümün Türk tarafı için önem arzeden ana unsurları olarak şunlar zikredilebilir:  
Federal bir çözüm için vazgeçilmez olan siyasî eşitlik;  başkanlığın iki federe birim tarafından dönüşümlü olarak deruhte edilmesi; başkan ve yardımcısına veto yetkisi verilmesi; BM parametrelerine göre federal çözüm 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üzerine bina edileceği cihetle iki tarafın 1960 Antlaşmaları çerçevesinde devletin ortak kurucuları ( co-founders ) olduklarının teyidi; egemenliğin iki toplumdan kaynaklandığının (sovereignty emanates equally from the Greek Cypriot and Turkish Cypriot communities) açıkça belirtilmesi; mülkiyet konusunun şimdiki mülk sahiplerinin hak ve hukukunun öncelikle gözetilerek halledilmesi; toprak ayarlamalarının iki kesimli siyasî coğrafyaya uygun yapılması; antlaşmanın hükümlerinin AB’nin birinci hukuku haline getirilmesi; çözümün parametrelerinin devamlılığının temin edilmesi; Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarından kaynaklanan “etkin ve fiilî” garanti hak ve yetkilerinin devam ettirilmesi; AB üyesi devletlerin Kıbrıs’ta sahip olduğu statünün Türkiye’ye de verilmesi (4 hürriyetler).
Bu unsurların bazıları üzerinde henüz mutabakat hasıl olmamış; bir kısmı da henüz ele alınmamıştır. Bununla beraber, Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarından kaynaklanan “etkin ve fiilî” garanti hak ve yetkilerinin aynen devam ettirilmesinin hayatî önem taşıdığını vurgulamaya gerek yoktur.

Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi olmazsa olmaz unsurdur

Türkiye’nin şimdiki “etkin ve fiilî” garanti hak ve yetkilerini sulandıran veya ortadan kaldıran bir çözüm şekli, Kıbrıs Türk tarafının istediği diğer bütün unsurları ve hattâ kâğıt üzerinde daha fazlasını ihtiva ediyor olsa bile, KKTC ve Türkiye tarafından reddedilmelidir. Çünkü Türkiye’nin 1960’da Kıbrıs ile ilgili olarak elde etmiş olduğu hak ve yetkileri devam ettirmeyen bir antlaşmanın hükümleri sonunda sıfırla çarpılmaya mahkûm bulunacaktır.
Türkiye bölgesinde etkin ve etkili bir aktör olduğunu gösterme gayretindedir. Katar’la yapılan anlaşma ve TSK’nın belirli unsurlarının orada kurulan üsse intikali bu gayretin bir tezahürüdür.
Katar’da üs kurmakta hem Türkiye’nin hem bölgenin çıkarları açısından fayda gören Türkiye’nin, güney sahillerimizin yakınındaki Kıbrıs’ta 1960’da elde ettiği hak ve yetkileri kaybetmesinin ortaya koyacağı derin ve hazin çelişkiyi kamuoyumuza izah etmesi mümkün olabilir mi?
“Sıfır asker, sıfır garanti” sözü sakıncalıdır
Akıncı’nın dile getirdiği “sıfır asker, sıfır garanti” klişesi sakıncalıdır. Türk tarafının 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının belirli limitler dahilinde  müzakere ve tadiline razı  olduğu mesajını taşıyan bir sözdür. 

İngiltere Üslerinden Vazgeçer mi?

1960 Kıbrıs Antlaşmalar sisteminin ayrılmaz bir parçası da doğrudan İngiltere’nin Ada’daki iki egemen üssü ile ilgili olan Tesis Antlaşması’dır (Treaty of Establishment). İngiltere bu Antlaşma’nın gündeme gelmesini ister mi? “Bu Antlaşma’yı da gözden geçirelim”  diyen olsa İngiltere’nin tepkisi ne olur?
1878’de İngiltere, Osmanlı Devleti’nin kandırarak, Padişah II. Abdülhamid’e verdikleri yazılı ve sözlü teminatları tutmayarak emrivaki ile Kıbrıs’ı Osmanlı Devleti’nden adeta gasp etmişlerdir. Bunu yaparken Osmanlı Devleti’nin iyi niyetle ve güven duygusuyla kendilerinden talep ettiği yardım ve desteği kurnazlıkla istismar etmişlerdir. Şimdi İngiltere, sanki büyük bir fedakârlık ve anlamlı bir jest yapıyormuş gibi, Kıbrıs sorununun çözümüne katkı olsun düşüncesiyle Ada’daki üslerdeki egemen topraklarının bir bölümünü çözüm çerçevesinde taraflara vereceğini söylemektedir. Katkı yapmak istiyorsa İngiltere Ada’daki üslerinden çekildiğini açıklayabilir mi?

KKTC Müzakere Süreci Prangasından Kurtarılmalıdır

Konferans’ta Rum – Yunan ortaklığının bilinen “vermeden alma” taktiklerini devam ettirmesi; BMGS’nin de diğer aktörlerden aldığı destekle güvenlik ve garantiler konusunda Türkiye’yi sıkıştıran senaryolar uygulamaya tevessül
etmesi halinde, Türkiye’nin ve KKTC’nin “ille de çözüm” demeden, “üçüncü çevreler ne der?” kaygısına kapılmadan; “reddeden taraf biz olursak Türkiye’nin AB üyelik süreci baltalanır” gibi düşüncelere kapılmadan, gerekiyorsa masadan kalkmasını bilmesini temenni ediyorum. Böylece KKTC’ni “müzakere süreci  prangasından” kurtarmalarının en akılcı ve gerçekçi hareket tarzı olacağını  düşünüyorum. 

“Son Durak” Sözü Gerçekleşmelidir

Bu hareket tarzı KKTC Başbakanı Özgürgün’ün  “Cenevre son olmalıdır” ve Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Cenevre hakkındaki “son durak” sözlerine anlam ve somut bir muhteva kazandırmış ve Türk tarafının beyanlarındaki inandırıcılığı güçlendirmiş olacaktır. 
O zaman ortaya çıkan bu yeni durumun, uluslararası toplumu Kıbrıs sorunu  hakkında  gerçekçi bir değerlendirme yapmaya ve Ada’da egemen iki devletin  varlığı olgusundan hareketle bir çözüm sağlanması için  çalışmaya sevkedeceğini düşünüyorum. 
27 Haziran 2017
Tugay Uluçevik
E.Büytükelçi

Tuesday, June 27, 2017

Favorability of the US and confidence in its president decline

June 26, 2017
Around the world, favorability of the U.S. and confidence in its president decline
By Jacob Poushter and Kristen Bialik comments
.
Global views of the U.S. and its president have shifted dramatically downward since the end of Barack Obama’s presidency and the start of Donald Trump’s, and they are now at similar levels to ratings from the George W. Bush era, according to a new Pew Research Center report that examines attitudes in 37 countries.
Build your own charts to see U.S. favorability and confidence in the U.S. president from 2002 to 2017.
Since the Center started tracking global opinions of the U.S. and its president in 2002, these views have risen and fallen dramatically. You can explore the arcs of U.S. favorability ratings in countries around the world by using this interactive chart builder. (Although the Center doesn’t conduct surveys in every country every year, patterns over time should be clear.)
Here’s a quick global tour highlighting trends in U.S. favorability and confidence in the U.S. president:
1Mexico and Canada have lost confidence in the U.S. president. In the United States’ southern and northern neighbors, confidence has fluctuated over the past three presidencies but declined most sharply this year. Just 22% of Canadians and 5% of Mexicans have at least some confidence in the U.S. president, down from more than eight-in-ten Canadians (83%) in 2016 and half of Mexicans (49%) in 2015. While Canadians generally have indicated greater confidence in U.S. presidents than Mexicans have, current Trump confidence levels are lower than both countries’ Bush-era lows.
These countries have generally maintained fairly steady levels of U.S. favorability over the past 15 years, yet they both show a sharp drop in U.S. favorability since Trump took office. Three-in-ten Mexicans have a very or somewhat favorable view of the U.S., down from two-thirds (66%) in 2015. About four-in-ten Canadians have favorable views of the U.S. (43%), down from 68% in 2015.
2In Western European countries, confidence in the U.S. president has declined sharply. Clear majorities in the United Kingdom, France and Germany had at least some confidence in Obama, with shares reaching 93% in Germany at the start of his presidency. (German confidence declined somewhat in 2014 after allegations the U.S. National Security Agency eavesdropped on Chancellor Angela Merkel, though it rebounded when the German investigation was later dropped.)
Current Trump confidence ratings in these countries are similar to their respective lows during the George W. Bush years. For example, only 13% of French respondents had at least some confidence in Bush in 2008, and now 14% in France say the same for Trump. Likewise, 14% of Germans had at least some confidence in Bush in 2008, while 11% are confident in Trump now.
In Europe, Poland is a bit of an outlier, since its confidence in the U.S. president changed less dramatically across the three administrations. Polish respondents had a Bush-era high of 47% confidence and an Obama-era high of 64%, yet just 23% of Poles have confidence in Trump in 2017.
When it comes to U.S. favorability, Poland has remained relatively positive and stable since 2002. France and Germany, on the other hand, show greater fluctuation across administrations, with higher overall U.S. favorability during Obama’s presidency.
3Russia and Israel have gained confidence in the U.S. president. Since Obama’s final term, confidence has gone up among Russians and Israelis. This year, 53% of Russians have at least some confidence in the U.S. president, up from an Obama-era low of 11% in 2015. Russian confidence in Obama rose and fell over the president’s eight years in office, which saw tensions with Russia over Ukraine and other issues.
In Israel, 56% are confident in President Trump, up from 49% confidence for Obama in 2015. Over the past 15 years, Israeli confidence in the U.S. president was highest in 2003, when 83% said they had at least some confidence in George W. Bush.
While more than half from both countries have confidence in Trump, Russia and Israel differ in overall U.S. favorability. Israel has shown consistently favorable views of the U.S. over the past 15 years (81% in 2017). Russia’s favorability of the U.S. has fluctuated more, but is up to 41% with Trump in office after hitting a low of 15% two years earlier.
4Countries in the Middle East continue to have low favorability ratings for the U.S. Just 15% in Jordan and 18% in Turkey have at least a somewhat favorable view of the U.S. in 2017. While U.S. favorability in Jordan has remained relatively constant for the past six years, favorability in Turkey is down almost 10 percentage points from 2015 (when 29% expressed favorable views). U.S. favorability is consistently higher in Lebanon, reaching 55% in 2009, but has slowly declined to 34% in 2017.
Lebanon, Turkey and Jordan consistently have had low confidence in the U.S. president, regardless of who that was, over the past 15 years. Today, just 15% in Lebanon, 11% in Turkey and 9% in Jordan have confidence in Trump.
5Japan and South Korea have sharply lower confidence in the U.S. president, but majorities remain favorable toward U.S. overall. Only around a quarter of Japanese respondents (24%) and 17% of South Koreans say they are confident in the U.S. president now that Trump is in office. That represents a 71-percentage-point drop in South Korea from 2015. And confidence among Japanese dropped 54 points between 2016 and 2017.
Despite this plunge in attitudes toward the U.S. president, overall U.S. favorability remains high in both countries. Three-quarters of South Koreans have a favorable view of the U.S. while 57% of people in Japan say the same. U.S. favorability gradually climbed among South Koreans since 2002, with a 9-point drop this year compared with 2015. In Japan, on the other hand, favorability declined during the Bush years, peaked in 2011 at 85% and fell to 57% in 2017.
Use this interactive to explore global opinions of the United States and confidence in its president since 2002.
Topics: Asia and the Pacific, Donald Trump, Europe, Middle East and North Africa, U.S. Global Image and Anti-Americanism, U.S. Political Figures
.1. Photo of Jacob Poushter
Jacob Poushter is a senior researcher focusing on global attitudes at Pew Research Center.
Posts
Email
2. Photo of Kristen Bialik
Kristen Bialik is a research assistant at Pew Research Center.
Posts
Email

White House Syria statement

White House Syria Statement Raises Eyebrows

‎27‎.‎06‎.‎2017
by Derek Davison

The Trump administration may be gearing up for another military strike against Syrian President Bashar al-Assad’s military. Late in the day on Monday, the White House released the following statement:
The United States has identified potential preparations for another chemical weapons attack by the Assad regime that would likely result in the mass murder of civilians, including innocent children. The activities are similar to preparations the regime made before its April 4, 2017 chemical weapons attack.
As we have previously stated, the United States is in Syria to eliminate the Islamic of Iraq and Syria. If, however, Mr. Assad conducts another mass murder attack using chemical weapons, he and his military will pay a heavy price.
Nikki Haley, the U.S. ambassador to the United Nations and neoconservative favorite, followed up that statement by tweeting, “Any further attacks done to the people of Syria will be blamed on Assad, but also on Russia & Iran who support him killing his own people.”
The White House hasn’t offered any further comment as to the nature of the alleged “preparations” or how the U.S. “identified” them. On Tuesday, Pentagon spokesman Jeff Davis said that U.S. intelligence had seen activity suggestive of chemical weapons preparations at Syria’s Shayrat airbase over “the past day or two.” But that information doesn’t seem to have been immediately shared with all relevant government agencies.
In fact, Buzzfeed reported just after the statement was issued that “five US defense officials,” including one at US Central Command, the command responsible for Syria, “did not know where the potential chemical attack would come from.” It is certainly out of the ordinary for the White House to issue a statement like this without sharing it across relevant agencies and departments beforehand.
There’s been limited and fairly predictable international response to the statement thus far. British Defense Secretary Sir Michael Fallon told BBC Radio 4’s Today program this morning that “we will support” future U.S. action in response to chemical weapons use in Syria, though he said Washington had not shared its intelligence with the U.K. Kremlin spokesman Dmitry Peskov, meanwhile, said that “such threats to Syria’s legitimate leaders are unacceptable.”
Without more details from the administration it’s hard to know what to make of this statement. Overall, the Trump administration’s approach to the Syrian civil war and to the Assad regime has been disjointed to say the least.
The United States carried out a cruise missile strike against Assad’s Shayrat air base on April 6 in response to an alleged sarin gas against the rebel-held town of Khan Shaykhun two days earlier. Most observers believe that Assad’s air force carried out the attack, though Assad and his Russian allies have consistently denied this. Over the weekend, investigative reporter Seymour Hersh called into question many of the details of the incident.
Prior to the Shayrat strike the Trump administration had been openly pivoting away from the Obama administration’s policy that Assad would have to step down as Syrian president as part of any negotiated settlement to that country’s now six-year-long civil war. And since the Shayrat strike, the administration has not attacked Assad’s military infrastructure again.
However, in recent weeks U.S. forces and their rebel allies have engaged in a number of skirmishes with forces allied with Assad in southern and eastern Syria. American aircraft have twice bombed Assad-supporting militias in southern Syria, on May 18 and June 6. They’ve also twice shot down Iranian-made drones in the same area, on June 8 and June 20. And on June 18, a U.S. fighter shot down a Syrian warplane near the town of Tabqah, just west of Raqqa, the capital of the Islamic State (ISIS or IS)—which is currently under assault by the U.S.-allied Syrian Democratic Forces (SDF). In every case the U.S. has claimed self-defense, despite the questionable legality of its presence in Syria. In the southern Syrian incidents Washington claimed to be defending U.S.-allied rebels and their embedded American advisors at Tanf, while in the Tabqah incident the Syrian plane that was shot down was reportedly bombing SDF positions, or near enough to those positions to be considered a threat.
These incidents have raised concerns that the U.S. is heading toward some kind of confrontation with the Assad regime in southern and eastern Syria. In particular, the Trump administration, which has taken an approach toward Iran that maximizes confrontation at the expense of diplomacy, may view control of eastern Syria as key to preventing Tehran from developing a friendly land corridor through Iraq and Syria all the way to Lebanon, which is a concern for both America and Israel.
What makes Monday’s White House statement more peculiar is that the past few days have seen the U.S. again appearing to take a more relaxed position on Assad. On Friday, a spokesman for the U.S.-led anti-IS coalition said “we absolutely have no problem” with the Syrian army and its allied militias moving into eastern Syria to fight IS, despite those multiple clashes over the past month. And on Monday, U.S. Secretary of State Rex Tillerson and Russian Foreign Minister Sergey Lavrov spoke by phone about ways to reduce the violence in Syria, for example by implementing localized ceasefire agreements. During that call, Lavrov reportedly asked Tillerson to prevent American “provocations” against Syrian forces.
In this context it would make little sense for Assad to invite another U.S. military response like the Shayrat strike. That strike resulted in some of the Trump administration’s most favorable media coverage to date. With the administration still mired in the Russia scandal and Trump’s approval rating threatening to reach new lows, it may be reasonable to ask whether it’s looking for a reason to launch another attack.
Photo: victims of the Khan Shaykhun attack

Monday, June 26, 2017

Sea Power: The History and Geopolitics of the World's Oceans by Rtd. Admiral James Stavridis

Sea Power: The History and Geopolitics of the World's Oceans

June 8, 2017
00:00
28:26
 
Admiral James Stavridis. CREDIT: Amanda Ghanooni
JOANNE MYERS: Good morning, everyone. On behalf of the Carnegie Council, I'd like to thank you all for beginning your day with us. As today is the last Public Affairs program for this season, there are a few housekeeping details that need to be addressed.
First of all, I'd like to take a moment and ask you to join me in thanking our wait staff, Carlos, Lorena, Edgar, Karina, Martha, and Gladys for their services during the year.
I'd also like to wish you all a very happy summer and to tell you that I look forward to seeing you in the fall when our programs begin again.
Our speaker this morning is retired Admiral James Stavridis. He has been described as "a thinker, a writer, a doer, and a leader." He is the first U.S. Navy officer to hold the position of supreme allied commander for global operations at NATO. In this capacity, he not only oversaw operations in the Middle East, Afghanistan, Libya, Syria, and the Balkans, but he was also responsible for monitoring piracy off the coast of Africa. He is now dean of The Fletcher School of Law and Diplomacy at Tufts. To learn more about this distinguished career, I invite you all to read his bio, which was handed out when you checked in this morning.
Admiral Stavridis will be discussing his book Sea Power: The History and Geopolitics of the World's Oceans, which will be available for you to purchase at the end of the program.
Since ancient times, control of the seas has had far-reaching military, economic, and geopolitical ramifications. It is a universal truth: Those who rule the seas rule the world. At a time when the role of navies has expanded to include new missions and challenges, a reading of Sea Power becomes all the more poignant for understanding our world today.
Whether Admiral Stavridis is discussing strategic hot spots such as the South China Seas, the Eastern Mediterranean, or the Arctic, our guest explains why the oceans are the home of the most ominous geopolitical flash points. Although he is mostly concerned with the world as it is presently configured, by providing a historical overview we have an excellent context for the present which brings clarity to understanding why the recent buildup of naval capabilities in countries such as China, Japan, and Russia is creating concern for maintaining maritime stability in the 21st century.
When most of us look at the globe, we focus on the shape of the seven continents. Admiral Stavridis sees the shape of the seven seas. After listening to his discussion, it's likely that you will too. So that we can get underway, please join me in giving a warm welcome to our guest today, Admiral Stavridis.
JAMES STAVRIDIS: Thanks, Joanne. Thank you very much.
What a nice introduction to have a little bit of a maritime feel to it. Normally when people hear that introduction, supreme allied commander, four-star admiral, etc., when they finally meet me in person they say, "Boy, I thought you'd be taller than you appear to be."
Mr. President, thank you for having me here, today, Joel. Joanne, thank you for your kind introduction, and thank you all for coming out to talk a little bit about the oceans this morning.
If I may, I'm going to begin with a quick overview, and then I'll talk as the book is structured, which is a word or two about each of the oceans. I will add one thing to the introduction, and it is that this is a history, indeed. There is a lot of geopolitics in it. But it's also a very personal book. It is also about what it is like to sail in those oceans, what it's like to drive your ship past the Pillars of Hercules, the strait that opens up the Mediterranean Sea; what it's like to dodge your way through fishing boats in the South China Sea; what it's like to take your destroyer into the high north, into the Arctic Ocean. So there is a lot of personal touch in the book, there is a lot of history, and there is a lot of geopolitics. So there is plenty to talk about.
Let me start by saying—and Joanne hit it very nicely—when I do look at a map of the world I don't focus on these little discrete chunks of land, for starters, because the oceans dominate the world; 70 percent of the globe is covered by water—70 percent, by the way, of your body is made out of water. I'll give you a last 70: 70 percent of the oxygen that we breathe is a result of photosynthesis from the oceans.
With all due respect to Al Gore—brilliant guy—he told us the Amazon was "the lungs of the Earth." No. The oceans are the lungs of the Earth. That's why we have to worry about the environment and what's happening. I'll come on to that. So the oceans are huge in every sense, quite literally.
Second, again as Joanne pointed out in that introduction, these maritime battles seem to be small hinges in history. They happen offshore, you don't see the bodies, you don't see the burning ships that go to the bottom of the sea. But if you truly look at world history and the geopolitics, you will find again and again that big doors swing on these small hinges.
This is true if you go back 2,500 years ago and you look at the Battle of Salamis, where the Athenians used sea power to overcome the Persians and essentially saved the idea of democracy that we enjoy today.
Roman Empire: Go to the Battle of Actium, where we finally settled the disputes that led us away from the republic into empire. A small battle, it seems; a small hinge, big door swinging.
How about the Battle of Lepanto? This is in the Mediterranean in the 1500s. Coalition of the Christian world against the power of the Ottoman Empire. We think today about the challenges and the conflicts in that set of relationships. You can drop a plumb line from the Battle of Lepanto in the central Mediterranean—500 ships, 50,000 dead at the end of the battle—and the rising tide of Islam is stopped at sea. So often we think of this as stopping at the gates of Vienna—that was important as well—but this Battle of Lepanto is one of these hinges in history.
Jumping slightly forward, the Battle of Trafalgar; Lord Nelson saves Britain in a battle in a funny little corner of the Atlantic off the coast of Spain. He destroys Napoleon's opportunity to invade Britain. Think about the different path in history: We would all be having croissants this morning and probably speaking in French. Maybe not.
To pull it forward one more, World War I, the Battle of Jutland; indecisive, but as a result of it being indecisive, it preserves the British fleet in being.
We celebrated the anniversary two days ago of the Battle of Midway, in which the United States Navy, in its most epic battle, defeated the Japanese carriers that had attacked Pearl Harbor and turned the tide of the Second World War in the Pacific. As I'm sure you know, the sixth of June, just two days ago, was the day to celebrate D-Day, the invasion of Europe. So this week in history, another pair of hinges upon which pretty big doors swing.
I'll pull you all the way into the present, if you will, and point out that in the end the Cold War, which was the war, if you will, of my generation—I graduated from Annapolis in 1976. I was on active duty obviously through the entire Cold War and retired a few years ago as the NATO commander. Throughout that long twilight of the Cold War a great deal of what transpired was at sea. The Hunt for Red October was a literal set of operations of which I was part as a very young junior officer.
So I hope I've laid out the case of the oceans and their importance in size and in geopolitics.
Let me ask you a question: How much of the world's trade do you think moves on the oceans? I'll ask an audience that, and I'll get answers like: "Well, probably half of it, maybe 60 percent, 70 percent." Ninety-five percent. The oceans are the lifeline, the lifeblood of the world, as well as the lungs of the Earth.
So I think the oceans matter deeply. We pay very little attention to them until something goes terribly wrong. An example would be: The last time the United States really focused on a maritime problem was Deepwater Horizon, British Petroleum, their huge offshore installation explodes, we contaminate 600 miles of U.S. coastline. All of a sudden we wake up to the challenges of operating these huge hydrocarbon recovery plants in our oceans and the vulnerabilities of these oceans.
My intent in writing the book was to bring all of this broad understanding of the ocean to the public, but then also to talk a little bit about each of the oceans, and that's how the book is structured. So, at lightning speed, kind of speed-dating, we're going to go through—I think this morning we'll do seven seas just to stay on track here.
We'll start with the Pacific. How big do you think the Pacific is? It's hard to comprehend it. You could take every piece of land on Earth and drop it into the Pacific Ocean. It is 170 million square kilometers. It is twice the size of the next largest ocean, which is the Indian Ocean. The Pacific is the "mother of all oceans," which is how I title that chapter.
We often think of it, as Americans, typically, as history began around World War I. Maybe Spanish-American War we vaguely think about fighting in the Philippines with the Spanish. World War II is really our iconic vision of the Pacific in American history as we roll back Japan and cross with MacArthur and Nimitz.
That's a valid view, but big machines of war have sailed the Pacific for four or five centuries. I'll just make one point of comparison for you. Everybody knows Christopher Columbus, right? "Sailed the ocean blue in 1492." How big was his ship, the Santa María? Sixty feet long. Sixty feet long. It's a tiny ship.
A hundred years before that, the Chinese were operating ships under Admiral Zheng He that were 400 feet long. Same period of time, four-deck ships, 500 mariners on them—he made voyages into the Indian Ocean, discovered the spice routes. This all occurs centuries before Europe begins to really understand the economic power.
So this Pacific has an enormous history that we don't even think about. If I can, let me just go back one step earlier, to the Polynesians, who sailed 5,000 miles to populate these islands in Kon-Tiki-like boats the length of this room, 5,000-mile voyages.
So the Pacific, first and foremost, is its size. Second, is its history. Third, to pull us into the present, it is today a zone of deep competition, principally between the United States and China over the South China Sea, which the Chinese have claimed, taking historical arguments about how long they've operated in it. They claim the entire South China Sea. That is a huge flash point for us because it would push us out of the central beating heart of that ocean, which is the South China Sea, because 80 percent of all the commerce that moves in Asia goes through the South China Sea, and because underneath it are billions of barrels of oil and trillions of square feet of natural gas.
So, China, United States; but of course, Japan, historical maritime power since their emergence, since they came out of, in the mid-19th century, their self-imposed isolation; our South Korean friends—there is a huge strategic set of muscle movements that are occurring today in the Pacific.
Of course, the catalyst we're focused on today is the Korean Peninsula and Kim Jong-un. I always say he is the most appropriately named leader in the world, Kim Jong-un of North Korea, because he's unpredictable, he's unstable, and he's untested. That's a dangerous combination in a leader who has control of 15-to-20 nuclear weapons and is rapidly developing the ability to move them on intercontinental ballistic missiles.
So, the Pacific—huge, deep maritime history, current geopolitics. And let us not forget in the south, among our very closest allies in the world, are the Australians and New Zealanders. And we have many other strong relationships including, by the way, Singapore, a small city-state that sits athwart arguably the most important strategic strait in the world, the Strait of Malacca. So that's the Pacific in two minutes.
Atlantic: I always think of the Atlantic as the most romantic of the oceans because it is where exploration truly begins from Europe. This is where the Portuguese and the Spanish sail to come around Africa to begin the voyages to the Caribbean. The opening of the world for Europe emanates essentially from the Iberian Peninsula into the mid-Atlantic.
To the north, we have the Greenland, Iceland, United Kingdom (GIUK) gap. It's this set of openings in the North Atlantic that in the course of World War I and World War II became critical sea space as convoys moved to ensure that the United States could engage in Europe. As I mentioned, in the Cold War, the GIUK gap again became the setting, if you will, for this kind of epic set of sea interactions between the U.S. Navy and the Soviet Navy. Today the principal challenge in the Atlantic is to the north, and I'll come onto that next.
The Arctic, the high north. We could, I suppose, have a debate—I think it's kind of a faux debate—about global warming and what's causing it and is climate change real. I personally believe climate change is real; we are in fact seeing global warming. I won't burden you with all the scientific reading I've done about that, but I'll tell you something as a mariner. I have sailed these waters. I know what the Arctic looked like 30, 40 years ago, and I know what it looks like today. And here's a news flash: the ice is melting.
As it melts it's going to open this rich basket of hydrocarbons; it's going to open shipping routes which will be strategic sea lanes of communication; and it will induce more competition in this high north between Russia, which owns about half the coastal real estate, and the NATO nations, which are on the other side of the Arctic. That's the United States, Canada, Denmark by virtue of Greenland, Iceland, Norway, as well as Sweden and Finland. Non-NATO countries have some real estate on islands up there.
I think the Arctic will become a zone of real competition, and our job is to make sure it does not become a zone of conflict, becoming—pun intended—a real "cold war." We want to avoid that. So the Arctic is opening, and for the first time in human history has the potential to see the kind of geopolitical naval activity that we've seen in the other oceans.
Let me turn to the Indian Ocean. As always, we have these conversations—I go to conferences around the world as the dean of The Fletcher School, former supreme allied commander, so I go to Davos and the Munich Security Conference and Shangri-La, wonderful events like this. So often we manage to get through an hour, an hour and a half, of geopolitics, and we never mention India, which is ridiculous. Here is a nation that will very soon surpass China as the most populous in the world. It has enormous demographic upside; it's young and growing, unlike China, unlike Europe, United States—flat to slightly growing. In this 21st century a rising population in the end will drive productivity if managed well.
India has a relatively new dynamic leader, has English as a lingua franca among the elites, and above all India is a democracy. Here in the United States, I'm ashamed to say, we had 200 million eligible voters; 100 million of us—half—showed up at the polls. In India's last election, the one that brought Mr. Modi to power, 860 million people voted. It is a democracy. It is the world's largest democracy.
Thus, I think the Indian Ocean, which has been kind of a transit zone over the last four or five centuries, is rapidly becoming a space of geopolitical criticality. India and Pakistan both have significant navies. That kind of tension will play out in the Indian Ocean.
The Arabian/Persian Gulf, which is a "sidewater," if you will, of the Indian Ocean, we see in today's headlines as we watch Qatar pull away from Saudi Arabia, or more accurately Saudi Arabia and the United Arab Emirates (UAE) pull away from Qatar; we see Russia intervening; we see Iran playing a shadow game in the background, a very complex set of relationships in the Gulf, which I would argue will bleed into the Indian Ocean as well. From a maritime perspective as well as from many other perspectives, the United States would be well served in this 21st century to solidify our relationships with India, a critical potential partner for us.
So, the Indian Ocean is, as I mentioned, the second largest ocean. We've talked about the Atlantic, we've talked about the Pacific, we've talked about the Arctic.
Let me mention the Caribbean, which is, if you will, a sea very close to our heart here in the United States. It is, of course, just to the south of us. The United States has the largest coastline on the Caribbean. We have many close friends and partners all along that body of water, including Central America. I think the ambassador of Guatemala is here; we have Colombia, Panama.
Venezuela is a challenge today. We don't know how that is going to turn out. The potential there for more tension in that Caribbean region is quite high as a result. Narcotics continue to flow across it. But so does a rising level of trade and engagement.
For the United States, I think we've had a long history of ignoring this world to the south, frankly. Before I was famously the NATO commander, I spent three years in Miami, where I was born—my first four-star job—and I was the commander of Southern Command, which is all military activity south of the United States. So I spent a great deal of time traveling in this region.
I came to really despise an expression that you hear occasionally in the United States. People would say to me, "Gosh, Admiral, you have a really important job focusing on Latin America and the Caribbean because that's America's backyard down there." Think about that expression for a moment. It's rude. It's inaccurate. Are we Canada's backyard somehow? It's geographically distorted. And it ignores the enormous potential of this region of the world and our growing cultural, linguistic, economic connection with it.
So I look at the Caribbean as a zone, a partnership in the Americas. I'm often struck by the way the United States has kind of appropriated that phrase, "I'm an American," and the song, "I'm proud to be an American." Well, yes, okay. Think about it for a minute. The Americas go from Canada to Tierra del Fuego down in Chile. A Chilean is an American, a Canadian is an America; we are all of the Americas. We're probably too far down the path of the term to kind of reverse course, but the more we can think of the Americas as a zone of partnership, the more we will prosper in this century—enormous upside, highly maritime, from the Panama Canal to the Caribbean Sea, to the coast of South America.
So, the Mediterranean. The Mediterranean, of course, is not an ocean. We tend to think of oceans as bodies of water that are not bounded at any point. A sea has an opening and then has land around it. There are some inaccuracies in that, but it's a good way to think.
So, the Mediterranean Sea—and I'll close on the Mediterranean Sea. The Mediterranean Sea, when you sail into it, is so beautiful. You come in from the Atlantic, you go through the Strait of Gibraltar. It's close; it's narrow; you're navigating carefully, and suddenly it opens up. To the north is the beautiful Costa del Sol of Spain and the French Riviera, the Italian Riviera, the Adriatic Sea, my own Greek American homeland, Greece. To the north is all this incredible wealth and beauty. To the right is a zone of difficulty and challenge; the so-called Arab Spring, the difficulties faced by many of these nations. Frankly, the further you get from the Atlantic, the more dangerous it tends to become. It is a sea of enormous contrasts, of enormous beauty.
But a cautionary note: The Mediterranean has seen more war than any other sea space in the world. If I could snap my fingers and bring all those dead mariners back to life and raise all those smoking hulls from 3,000 years of war on that sea, you could walk across the Mediterranean on their bones. It's worth knowing that.
It's also worth knowing that in the Eastern Mediterranean today, off the coast of Syria, is one of the epic humanitarian crises certainly of my lifetime. Six hundred thousand dead in Syria, 14 million pushed across borders, refugees flowing, millions have taken to sea. All of that creates a sea space where there is again competition, to say the least, between the United States and Russia. This will continue to be a challenge in the Mediterranean, especially in that Eastern Mediterranean.
So I'll close on the environment because it is a truism, believe it or not, to say that the largest crime scene in the world is the oceans: Illegal fishing, unreported fishing, piracy, pollution, acidification, above all, the warming which can disrupt the photosynthetic process that produces the oxygen for the world. I think the oceans are in fact the best argument for the United States to remain in the Paris accord. We'll get another bite at that apple in a few years, in my opinion.
It is also a powerful argument for the United States to sign and ratify the Law of the Sea treaty, an enormous mistake by the United States walking away from that. I wrote my Ph.D. dissertation at The Fletcher School 30 years ago about the Law of the Sea treaty and the mistake of the United States in not signing up to it. We have tried to have our cake and eat it too, stay out of the treaty but rely on customary international law. It's a flawed argument over time. We need to step up and be a maritime nation.
So I'll stop. I will say that Sea Power is a book that is both personal to me, has a little bit of history shot through it, but I hope lays out a case that sea power is at the heart of American power, and that in the end we have to recognize we have more usable coastline than any other nation in the world. We are a maritime nation. I'm proud to have been a sailor for this nation, and I'm honored to be with you today.
Thank you very much.

Sunday, June 25, 2017

China's Belt and Road project

 
 
Xi Jinping's Marco Polo Strategy
June 12, 2017
Joseph S. Nye Jr.
 
CAMBRIDGE – Last month, Chinese President Xi Jinping presided over a heavily orchestrated “Belt and Road” forum in Beijing. The two-day event attracted 29 heads of state, including Russia’s Vladimir Putin, and 1,200 delegates from over 100 countries. Xi called China’s Belt and Road Initiative (BRI) the “project of the century.” The 65 countries involved comprise two-thirds of the world’s land mass and include some four and a half billion people.
           
Originally announced in 2013, Xi’s plan to integrate Eurasia through a trillion dollars of investment in infrastructure stretching from China to Europe, with extensions to Southeast Asia and East Africa, has been termed China’s new Marshall Plan as well as its bid for a grand strategy. Some observers also saw the Forum as part of Xi’s effort to fill the vacuum left by Donald Trump’s abandonment of Barack Obama’s Trans-Pacific Partnership trade agreement.
 
China’s ambitious initiative would provide badly needed highways, rail lines, pipelines, ports, and power plants in poor countries. It would also encourage Chinese firms to increase their investments in European ports and railways. The “belt” would include a massive network of highways and rail links through Central Asia, and the “road” refers to a series of maritime routes and ports between Asia and Europe.
 
Marco Polo would be proud. And if China chooses to use its surplus financial reserves to create infrastructure that helps poor countries and enhances international trade, it will be providing what can be seen as a global public good.
Of course, China’s motives are not purely benevolent. Reallocation of China’s large foreign-exchange assets away from low-yield US Treasury bonds to higher-yield infrastructure investment makes sense, and creates alternative markets for Chinese goods. With Chinese steel and cement firms suffering from overcapacity, Chinese construction firms will profit from the new investment. And as Chinese manufacturing moves to less accessible provinces, improved infrastructure connections to international markets fits China’s development needs.
 
But is the BRI more public relations smoke than investment fire? According to the Financial Times, investment in Xi’s initiative declined last year, raising doubts about whether commercial enterprises are as committed as the government. Five trains full of cargo leave Chongqing for Germany every week, but only one full train returns.
Shipping goods overland from China to Europe is still twice as expensive as trade by sea. As the FT puts it, the BRI is “unfortunately less of a practical plan for investment than a broad political vision.” Moreover, there is a danger of debt and unpaid loans from projects that turn out to be economic “white elephants,” and security conflicts could bedevil projects that cross so many sovereign borders. India is not happy to see a greater Chinese presence in the Indian Ocean, and Russia, Turkey, and Iran have their own agendas in Central Asia.
 
Xi’s vision is impressive, but will it succeed as a grand strategy? China is betting on an old geopolitical proposition. A century ago, the British geopolitical theorist Halford Mackinder argued that whoever controlled the world island of Eurasia would control the world. American strategy, in contrast, has long favored the geopolitical insights of the nineteenth-century admiral Alfred Mahan, who emphasized sea power and the rimlands.
 
At World War II’s end, George F. Kennan adapted Mahan’s approach to develop his Cold War strategy of containment of the Soviet Union, arguing that if the US allied with the islands of Britain and Japan and the peninsula of Western Europe at the two ends of Eurasia, the US could create a balance of global power that would be favorable to American interests. The Pentagon and State Department are still organized along these lines, with scant attention paid to Central Asia.
Much has changed in the age of the Internet, but geography still matters, despite the alleged death of distance. In the nineteenth century, much of geopolitical rivalry revolved around the “Eastern Question” of who would control the area ruled by the crumbling Ottoman Empire. Infrastructure projects like the Berlin to Baghdad railway roused tensions among the Great Powers. Will those geopolitical struggles now be replaced by the “Eurasian Question”?
 
With the BRI, China is betting on Mackinder and Marco Polo. But the overland route through Central Asia will revive the nineteenth-century “Great Game” for influence that embroiled Britain and Russia, as well as former empires like Turkey and Iran. At the same time, the maritime “road” through the Indian Ocean accentuates China’s already fraught rivalry with India, with tensions building over Chinese ports and roads through Pakistan.
 
The US is betting more on Mahan and Kennan. Asia has its own balance of power, and neither India nor Japan nor Vietnam want Chinese domination. They see America as part of the solution. American policy is not containment of China – witness the massive flows of trade and students between the countries. But as China, enthralled by a vision of national greatness, engages in territorial disputes with its maritime neighbors, it tends to drive them into America’s arms.
Indeed, China’s real problem is “self-containment.” Even in the age of the Internet and social media, nationalism remains a most powerful force.
         
Overall, the United States should welcome China’s BRI. As Robert Zoellick, a former US Trade Representative and World Bank president, has argued, if a rising China contributes to the provision of global public goods, the US should encourage the Chinese to become a “responsible stakeholder.” Moreover, there can be opportunities for American companies to benefit from BRI investments.
The US and China have much to gain from cooperation on a variety of transnational issues like monetary stability, climate change, cyber rules of the road, and anti-terrorism. And while the BRI will provide China with geopolitical gains as well as costs, it is unlikely to be as much of a game changer in grand strategy, as some analysts believe. A more difficult question is whether the US can live up to its part.