Sedat Ergin'in 19 Aralık 2025 cuma tarihli Oksijen'de yayınlanan yazısı
Tehlike çanları artık Avrupa için çalıyor !
Trump yönetiminin hazırladığı son “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi”, (Rusya)’yı açık bir şekilde “tehdit” olarak görmüyor. Buna karşılık önemli bir sorun olarak tanımlanan AB’ye “çekidüzen” verme hedefi açıklanıyor. ABD’nin yeni stratejisi şimdiden AB’de büyük bir sarsıntı yarattı ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra inşa edilen “transatlantik” bağları sarstı. ABD ile AB arasındaki uç veren çözülmenin Türkiye’nin önümüzdeki dönemde Batı ile ilişkilerini, küresel konumunu ve güvenlik politikalarını köklü bir şekilde etkilemesi kaçınılmaz.
Beyaz Saray tarafından açıklanan son “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi”ni okuyanlar, muhtemelen bu ülkenin Rusya’dan kaynaklanan başat bir tehdit algısının olmadığı, buna karşılık daha çok Avrupa Birliği’ni (AB) bir ulusal güvenlik sorunu olarak gördüğü kanaatine varacaklardır.
ABD yönetimlerinin Kongre’ye sundukları ulusal güvenlik strateji raporlarının sonuncusunun en önemli yönü, herhalde Rusya’yı ABD açısından ilk kez açık ifadelerle bir ulusal güvenlik tehdidi olarak tanımlamaktan kaçınmış olmasıdır.
Rusya’nın 2022 yılı şubat ayından bu yana Ukrayna’yı işgali sürdürmekte oluşu, bu ülkenin açık bir şekilde tehdit olarak kayda geçirilmesine yol açmıyor.
Bu tespiti desteklemek bakımından Rusya’nın adının belgede kaç kez geçtiğine bakabiliriz. Metinde Rusya’ya tam 10 kez atıf yapılıyor. Bu atıfların 7’si zaten daha çok AB’nin Rusya ile ilişkisinin eleştirildiği tek bir paragraf içindedir.
Ukrayna’daki askerî çatışmaların durdurulmasının ABD’nin “temel bir çıkarı” olarak nitelendiği bölümde bile Rusya lideri Vladimir Putin’i rahatsız edecek bir dilden uzak durulması dikkat çekicidir. Örneğin, Rusya’nın Ukrayna’daki konumu için “işgal” sözcüğü kullanılmıyor. Sadece “Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı” ifadesi geçiyor.
İlginç şu noktaya da dikkat çekmeliyiz: Trump’ın 4 Aralık’ta açıklanan strateji belgesinde “Pek çok Avrupalı Rusya’yı varoluşsal bir tehdit olarak görüyor” deniliyor. Bu tespit yapılırken ABD’nin kendisini bu tehdit algısının dışında tutması kayda değerdir.
Trump’ın ilk döneminde Rusya açıkça ‘tehdit’ olarak tanımlanmıştı
ABD’nin tehdit algıları bakımından yakın geçmişle bugün arasındaki farkı gösterebilmek için eski strateji belgelerine kısaca göz atmak yararlı olabilir. Nitekim bir önceki Demokrat Başkan Joe Biden yönetimi döneminde 12 Ekim 2022 tarihinde açıklanan ve sonuncudan yaklaşık iki kat hacimli olan “Ulusal Güvenlik Stratejisi” metnine baktığımızda oldukça farklı bir tablo görüyoruz.
Fotoğraf: Getty Images
Önceki strateji belgesinde Rusya’ya ayrı bir bölüm açılarak tam 71 kez atıf yapılmış. Belgede Rusya açıkça “tehdit” olarak tanımlanarak şöyle deniyor: “Rusya, Ukrayna’ya karşı yürüttüğü acımasız saldırı savaşıyla da gösterdiği üzere, bugün uluslararası düzenin temel kurallarını pervasızca çiğneyerek özgür ve açık uluslararası sisteme yönelik ivedi bir tehdit oluşturmaktadır.”
Ama bundan daha önemli olan, herhalde Trump’ın 2017-2021 yılları arasında süren ilk başkanlığı döneminde açıklanan ve altında kendi imzasının yer aldığı “Aralık 2017 tarihli” ilk ulusal güvenlik strateji belgesi olmalıdır. Çünkü bu belge, Rusya karşısında ton olarak bir sonraki Biden yönetiminin çizgisinden daha ılımlı değildir.
Örneğin, “Çin ve Rusya, ABD’nin değerleri ve çıkarlarına karşıt bir dünya düzeni şekillendirmek istemektedirler” deniliyor bu belgede. Birinci Trump yönetiminin o dönemde Rusya’ya dönük tespitleri şöyle ifade ediliyor:
“Rusya, ABD’nin dünya üzerindeki etkisini zayıflatmayı ve bizi müttefiklerimiz ile ortaklarımızdan ayırmayı amaçlamaktadır. Rusya, NATO ve Avrupa Birliği’ni birer tehdit olarak görmektedir. Rusya, ABD için varoluşsal açıdan en büyük tehdit olmaya devam eden nükleer sistemler de dâhil olmak üzere yeni askerî kabiliyetlere ve istikrarsızlaştırıcı siber yeteneklere yatırım yapmaktadır… Rusya’nın hırsları ile artan askerî kabiliyetlerinin birleşimi, Avrasya’da istikrarsız bir cephe yaratmakta ve Rusya’nın yanlış hesaplamaları nedeniyle çatışma riskini artırmaktadır.”
Dimitry Peskov (Fotoğraf: Getty Images)
Bu “yanlış hesap” zaten 2022 yılında Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini getirmiştir.
AB’ye ağır eleştiri: ‘Böyle giderse Avrupa kalmayacak’
Bu hatırlatmanın ardından Trump’ın Rusya’yı farklı bir yerde konumlandıran son strateji belgesine dönelim. Burada vurgulanması gereken, yalnızca Rus tehdidinin açıkça telaffuz edilmemesi değildir. Metin, aynı zamanda AB’ye dönük sorgulayıcı, suçlayıcı içeriği ile de göze çarpıyor.
Bu bakış, özellikle ABD’nin stratejik hedeflerinin anlatıldığı “Avrupa’nın Büyüklüğünü Güçlendirmek” (Promoting European Greatness) başlığının altındaki bölümde karşımıza çıkıyor.
Bu bölüm, “Amerikalı yetkililer Avrupa’nın sorunlarını yetersiz askerî harcamalar ve ekonomik durgunluk ekseninde düşünmeye yatkındırlar. Bunda gerçek payı vardır ama Avrupa’nın asıl sorunları daha derindedir…” şeklinde başlıyor.
Devamında AB’nin dünya ekonomisindeki payının gerilemesinden söz edildikten sonra, “Ancak bu ekonomik gerileme, uygarlığın silinip gitmesi gibi çok daha gerçek ve çok daha sarsıcı bir ihtimalin gölgesinde kalmaktadır” şeklinde sert bir eleştiri getiriliyor.
Geleceğe dönük felaket senaryoları çizilen bu bölümde Avrupa’ya dönük ağır ifadeler yer alıyor:
“Avrupa’nın karşı karşıya olduğu daha büyük sorunlar arasında, Avrupa Birliği ve diğer ulusötesi kurumların siyasal özgürlükleri ve egemenliği aşındıran uygulamaları, kıtayı köklü biçimde dönüştüren ve toplumsal gerilimleri artıran göç politikaları, ifade özgürlüğüne yönelik sansür ve siyasal muhalefetin bastırılması, hızla düşen doğum oranları, ulusal kimliklerin ve toplumsal özgüvenin aşınması yer alıyor.
Mevcut eğilimler böyle devam ederse, kıta 20 yıl içinde –belki de daha önce– tanınmayacak hâle gelecektir. Bu bağlamda, bazı Avrupa ülkelerinin güvenilir müttefikler olarak kalabilecekleri güçlü ekonomilere ve ordulara sahip olup olmayacakları kesinlikten uzaktır. Bu ülkelerin birçoğu hâlen mevcut yönelişlerini daha da güçlendirmekteler. Biz, Avrupa’nın Avrupalı kalmasını, kendi uygarlığına olan özgüvenini yeniden kazanmasını ve başarısızlığı zaten ortaya çıkmış olan boğucu regülasyon yaklaşımını terk etmesini istiyoruz.”
Avrupa’ya ‘hasta adam’ bakışı ve aşırı sağa sıcak mesajlar
Buradaki ifadelerin üstenci bir bakışı yansıttığı aşikârdır. Trump yönetimi, AB’yi kendine güvenini kaybetmiş bir “hasta adam” olarak görüyor neredeyse. Bu çerçevede özellikle isim vererek Almanya’dan eleştirilerini sakınmıyor.
Dahası, Avrupa’ya çekidüzen verme hak ve yetkisini de kendisinde görüyor ABD yönetimi. Bu niyetini “Avrupa’nın girdiği mevcut yörüngeye karşı Avrupa ülkeleri içinde direnci geliştirmek” hedefi ile açıklıyor stratejisinde.
Şu ifadeler ABD’nin izleyeceği hareket tarzını anlatıyor:
“Amerikan diplomasisi, gerçek demokrasiyi, ifade özgürlüğünü ve Avrupa uluslarının kendilerine özgü karakterleri ile tarihlerini açıkça sahiplenen yaklaşımları savunmayı sürdürmelidir. ABD, Avrupa’daki siyasi müttefiklerini bu ruhun yeniden canlandırılmasını teşvik etmeye çağırıyor; yurtsever Avrupa partilerinin artan etkisi bizim için gerçekten büyük bir iyimserlik kaynağıdır.”
Görüleceği gibi, Trump’ın bulduğu panzehir, Avrupa’da “yurtsever” diye nitelediği ama ırkçılık eğilimleri ve yabancı düşmanlıklarıyla ortaya çıkmış aşırı milliyetçi sağ partilerden başkası değildir.
Bu aktörler arasında, örneğin ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in geçen şubat ayında gittiği Münih’te lideri Alice Weidel ile bir araya gelmeyi ihmal etmediği Almanya için Alternatif Partisi’ni anlamalıyız. İçindeki bazı unsurların zaman zaman Nazi sembollerini sahiplendiği bir partiden söz ediyoruz…
‘AB’nin liberal ilkelerine karşı hasmane tutum’
Açıkçası Trump yönetimi, Avrupa’da çoğulculuğu, çokkültürlülüğü benimseyen, yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa karşı duran siyasi akımlara meydan okuyarak, bütün bu değerleri olumsuzlayan aşırı milliyetçi gruplarla saf tutmayı ve Avrupa’nın geleceğinde onların önünü açmayı yeğlemektedir.
Washington, aldığı tutumla Avrupa’da kendisine yakın bulduğu partileri destekleyeceğini saklamıyor. Bu tutum, muhtemeldir ki seçim kampanyalarına ağırlığını koymaya kadar gidecektir; yakın zamandaki örneklerin de gösterdiği üzere...
ABD’nin dış politika alanında önde gelen düşünürlerinden Harvard Üniversitesi’nden Prof. Stephen Walt, 16 Aralık’ta The Washington Post’ta yayımlanan makalesinde ABD’nin AB’ye bakışını şöyle değerlendiriyor:
“Beyaz Saray’ın açıkladığı ulusal güvenlik stratejisi, Trump yönetiminin AB’nin liberal ilkelerine ve birçok Avrupa hükümetine karşı açıkça ve aktif biçimde hasmane bir tutum içinde olduğunu son derece net bir şekilde ortaya koymaktadır.”
Gelenekleri farklı ülkelere değişim dayatmayalım ama AB başka…
Bu noktada stratejinin temel bir paradoksu beliriyor. Şöyle ki, belgenin önceki bölümlerinde ABD’nin başka ülkelerin rejimlerine, iç işlerine karışmaması gerektiği konusunda son derece köşeli bir öğreti ile karşılaşıyoruz.
Bu bakışa ilişkin şu paragrafı örnek gösterebiliriz:
“ABD politikası, diğer ülkelerle ilişkilerinde neyin mümkün ve arzu edilir olduğuna ilişkin gerçekçi davranacaktır. Dünyanın uluslarıyla, onların gelenekleri ve tarihleriyle büyük ölçüde farklılık gösteren demokratik ya da başka tür sosyal değişimleri dayatmadan, iyi ilişkiler ve barışçıl ticari ilişkiler kurmayı hedefliyoruz.”
Beyaz Saray, böylelikle küresel ölçekte demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi değerlerin savunuculuğunu yapmayacağını duyurmuş oluyor. Buradan özellikle Körfez’deki monarşilere kuvvetli bir mesajın gittiğini söyleyebiliriz.
Peki “Üçüncü Dünya”daki rejimlere iç işlerinde bir anlamda açık çek veren Trump yönetimi, nasıl oluyor da Avrupa’ya bir siyasi bakışı dayatma hakkını kendisinde görüyor?
Strateji belgesi, bu noktada içine düştüğü çelişkiye bir açıklık getirme ihtiyacı duyuyor. Metinde “Yönetim sistemleri ve toplumları farklı olan ülkelerle iyi ilişkiler sürdürmek ile fikirdaş dostları ortak normları korumaya teşvik etmek arasında tutarsız ya da ikiyüzlü hiçbir yön olmadığı” belirtiliyor…
Yani, “Muhatabımız fikirdaşımız ise müdahil oluruz” mesajını veriyor. Kendisi mahkemelere açıkça baskı yapan, ayrıca ABD demokrasisinin yerleşmiş teamüllerini tersyüz eden, etik ölçülerini yok sayan bir yönetimin, Avrupa karşısında kendisini birden yüksek bir moral ve ilkesel üstünlük zemininde görmesi, bir Trump dönemi klasiği olarak değerlendirilebilir
Transatlantik bağlar hasar alıyor
Sonuçta, Trump’ın ipleri elinde tuttuğu ABD’nin bugün özellikle de Avrupa’ya bakışında dramatik bir değişikliğin ortaya çıktığını söylemek objektif bir tespit olacaktır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinde temel kabulü oluşturan Rusya tehdidi, belirgin bir şekilde bu ülkenin odağından çıkmaktadır.
Yine bu savaşın ardından AB ile Avrupa arasında kurulan ve NATO’yla kurumsal bir çerçeveye oturan, bunun üzerinden iki kıtanın güvenliklerini birbirine eklemleyen transatlantik bağların artık ciddi ölçülerde hasar almakta olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün Washington’daki karar alma mekanizmalarında, bu bağları içtenlikle önemseyen, Avrupa’nın güvenliğine dönük taahhüdün arkasında kuvvetle duran eski kadrolar yok artık.
ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinde Rusya açıkça tanımlanan bir tehdit olmaktan çıktığında NATO’nun savunma doktrininin de tartışılır hale geleceğini belirtmeye gerek yoktur. İttifak birçok tehdidi göğüslemek durumundadır. Ancak NATO’nun bütün resmi belgelerindeki tehdit değerlendirmelerinde, savunma planlamasında Rusya birincil tehdittir.
Demokratlar gelirse değişir mi?
Bu stratejiye bakıldığında ABD’nin NATO’dan vazgeçeceğine dair bir ifade yok. Ama NATO’ya dönük geçmişte olduğu gibi bir kuvvetli bir bağlanma da yok. Ayrıca, “Avrupa’nın kendi ayakları üzerinde durması” ve “kendi savunmasının temel sorumluluğunu üstüne alması gerektiği” vurguları öne çıkıyor. Bu ifadelere bakınca, ABD’nin uzun vadede Avrupa’da bugünkü gibi sayıca yüksek bir askeri güç bulundurmaya devam etmesi tartışmalı bir görüntü kazanıyor.
Karşımızda asılı duran temel soru şudur: Washington’daki bu eğilim ne ölçüde kalıcıdır?
Bir sonraki seçimde 2028 yılında Demokratlar seçimi kazanırsa, Trump stratejisinin rafa kaldırılmasıyla ABD yeniden eski tutumuna dönebilir mi?
Farklı bir senaryoda, Trump çizgisini sürdüren bir başkan, örneğin J.D. Vance seçilirse, bu belgedeki düşüncelerin artık iyice kök salacağını söylemek mümkündür.
Ancak Demokratların kazanması halinde bile, vazo bir kez çatlamış olduğu için parçaların ne kadar yapıştırılabileceği, izlerin ne kadar kaybolacağı tartışmalıdır.
Kim kazanacak olursa olsun, Avrupalılar, geçen 75 yıl boyunca olduğunun aksine ABD’nin “ilelebet” yanlarında duracağı güvencesinin artık eskisi kadar sağlam olmadığını görüyorlar.
Almanya Başbakanı Friedrich Merz’in ABD’nin yeni stratejisine verdiği ilk tepki bu gerçekçiliği yansıtmıştır. Merz, stratejinin bazı bölümlerinin Avrupa perspektifi açısından “kabul edilemez olduğunu”, dilinin de “geleneksel transatlantik düzeninden uzaklaşmaya işaret ettiğini” kaydetmiştir. Alman lider, ayrıca belgenin Avrupa ve Almanya’nın savunma alanında “çok daha bağımsız olmaları gerektiğini teyit ettiğini” belirtmiştir.
Buna karşılık, ABD cephesindeki yönelişin Kremlin’de memnuniyetle karşılanması şaşırtıcı olmamıştır. Rusya lideri Putin’in Sözcüsü Dmitriy Peskov, strateji belgesini “olumlu bir adım” olarak gördüklerini belirtmiştir. Bu gelişmenin Putin’de, Ukrayna ve Avrupa karşısında zamanın kendi lehine çalıştığı düşüncesini pekiştireceğini tahmin etmek güç değildir.
Her halükarda daha da büyük belirsizliklerle dolu bir dünyaya girmeye hazırlıklı olmalıyız.
Türkiye’ye dönük sonuçlarını tartışmaya başlayalım
Anlattığımız muhtemel yönelişlerin hepsi Türkiye’yi de yaşamsal bir şekilde ilgilendiriyor. ABD-Avrupa ilişkisinin önümüzdeki on yıllarda ne yönde evrileceği, Avrupa’nın nasıl bir yörüngeye oturacağı, savunma alanında ne ölçüde özerklik kazanacağı gibi soruların hepsi Türkiye açısından doğrudan belirleyici sonuçlar doğurmaya adaydır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin güvenliğinin dayandığı temel çerçeve NATO’da ABD ve Avrupa’nın birbirini tamamladığı ortak bir savunma sistemi üzerine kuruluydu. Transatlantik bağların çözülmesi eğiliminin hız kazanması, bu yapının bir parçası olan Türkiye’nin güvenliği açısından kaçınılmaz olarak yeni bir durum yaratacaktır. Bu gelişmelerin kuvveden fiile çıkmasının, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde Batı ile ilişkilerini ve küresel konumunu etkilemesi kaçınılmazdır.
Bu durumda Türkiye doğrudan Avrupa’nın gelecekteki savunma yapılanmasına mı dahil olur? Yoksa kendisine özerk bir alan açarak ABD ile Avrupa arasında bir denge mi tutturmaya çalışır? Bu soruların önümüzdeki dönemde gündemimizde yer etmesi muhtemeldir.
Şimdiden ABD’de, Avrupa’da düşünce kuruluşlarında, akademik çevrelerde, muhtelif medya mecralarında ABD-Avrupa ilişkisinin geleceği üzerinde büyük bir tartışma başlamış bulunuyor. Türkiye’de de bu tartışmanın serinkanlı biçimde, basmakalıp şablonlara başvurmadan, bilgi temelli ve gerçekçi bir bakışla yapılması gerekiyor.
Kuşkusuz ulusal çıkarları esas alırken, Türkiye’nin gerçek aidiyetinin demokrasi ve hukuk coğrafyası olduğunu da gözden uzak tutmadan…
(Not: Yazıda sadece belgenin Rusya ve AB bölümlerine odaklanılmıştır.)
Sedat Ergin Oksijen
No comments:
Post a Comment