Friday, December 26, 2025

Sedat Ergin (Oksijen- 26 Aralık 2025) - Trump’ın yeni stratejisi Türkiye için artan bölgesel rol anlamına geliyor


Trump’ın yeni stratejisi Türkiye için artan bölgesel rol anlamına geliyor

Sedat Ergin  sedatergin@gazeteoksijen.com

Oksıjen - 26 Aralık 2025



Başkan Trump’ın yeni “Ulusal Güvenlik Stratejisi” ABD’nin önceliklerini Batı Yarımküre ve Çin’e çevirirken, müttefikleri için kendi bölgelerinin güvenliğinde daha geniş sorumluluk üstlenmelerini öngören bir modelden söz ediyor. Bu bakışTürkiye’yi yakından ilgilendiriyor ve Trump’ın ikinci döneminde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bölgedeki rolüne ilişkin kuvvetli vurgularıyla da uyumlu. Yeni strateji, bu yönüyle Türkiye’nin Orta Doğu meseleleriyle çok daha içli dışlı olacağı bir sürece gireceğimizin habercisi olarak görülebilir

Geçen haftaki yazımızda tartışmaya başladığımız ABD’nin yeni ‘Ulusal Güvenlik Stratejisi’, Trump yönetiminin dünyaya nasıl baktığını, neler yapmak istediğini göstermesi bakımından bize önemli bir kılavuz sunuyor. 

Bunu anlayabilmek için strateji belgesinin “Dünyada Ne İstiyoruz, Dünyadan Ne İstiyoruz?” sorularının altındaki bölümle yola koyulabiliriz. Bu bölümde ABD’nin önümüzdeki dönemde ulusal çıkarlarına ilişkin öncelikleri okuyoruz.

İlk sırada, ağırlıklı olarak Kuzey Amerika ile Latin Amerika bağlamında kullanılan “Batı Yarımküre” yer alıyor. Bu coğrafyanın düzeni ABD’nin “temel, hayati ulusal çıkarı” olarak tanımlanıyor.

Belge, öncelikle bu bölgenin “ABD’ye toplu göçleri önleyecek ve caydıracak derecede istikrarlı olması ve iyi yönetilmesini” istiyor. Keza, “iş başındaki hükümetlerin narko-teröristler, (uyuşturucu) karteller ve diğer çokuluslu kriminal örgütlerle mücadelede ABD ile işbirliği yaptıkları bir Batı Yarımküre” öngörüyor. 

“Düşmanca yabancı müdahalelerden arınmış, kritik varlıkların yabancıların eline geçmediği, kilit tedarik zincirlerini destekleyen bir yarımküre istiyoruz; ayrıca stratejik noktalara sürekli erişimimizi güvence altına almak istiyoruz” diye devam ediyor yeni strateji belgesi. 

Belgenin bütününe baktığımızda, “kritik varlıklar”dan özellikle limanlar, kanallar, telekom altyapısı, enerji yatırımlarını anlıyoruz. ‘Yabancı’ derken en başta Çin Halk Cumhuriyeti’nin kastedildiğini söylemek hata olmaz.

TARİHİ ‘MONROE DOKTRİNİ’NE KENDİ ADINI EKLİYOR 

Yeni stratejide, daha sonra Monroe Doktrini’nin bir “Trump Eklentisi/Yorumu” (Trump Corollary) ile genişletilerek, uygulamaya geçirileceği, iddialı bir hedef olarak açıklanıyor. 

Burada biraz duralım. Muhtemeldir ki Monroe Doktrini’ni önümüzdeki dönemde çok sık duyacağız. Bu doktrinin, iki yüzyıl önce, dönemin ABD Başkanı James Monroe tarafından 1823 yılında ilan edilmesi Amerikan emperyalizminin doğum tarihi olarak kabul ediliyor. Başkan Monroe, bu doktrini 19’uncu yüzyılda Avrupalı sömürgeci ülkelerin özellikle Latin Amerika’daki nüfuz kazanma arayışlarına son vermek amacıyla ortaya koymuştur. Avrupa devletlerine Amerika kıtasında bir set çekip bu coğrafyayı kendi liderliğindeki bir nüfuz bölgesi olarak gördüğünü duyurmuştur.

ABD dış politika tarihi alanındaki uzmanlığıyla da tanınan Prof. Füsun Türkmen’e göre, Monroe Doktrini’nden söz ederken, bir de bunun tamamlayıcısı olan 1904 tarihli “Roosevelt Eki”ni dikkate almak gerekiyor. Dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt’in Monroe Doktrini’ni genişleten bu eklentisi, ABD’nin söz konusu coğrafyada ulusal çıkarlar gerektirdiğinde “müdahalelerde bulunabileceğini” öngörüyordu.

Prof. Türkmen, ABD’nin Orta ve Latin Amerika’ya yönelik politikalarının 20. yüzyılda ve tüm Soğuk Savaş boyunca bu yaklaşımı yansıttığına dikkat çekiyor.

ABD Başkanı Donald Trump, şimdi bu doktrini kendi “tuğrasını” da vurarak, bir adım ileri götürmeyi hedefliyor. Son haftalarda Venezuela’daki Nicolas Maduro rejimini devirmek amacıyla ABD donanmasını da devreye sokmak suretiyle uyguladığı zorlayıcı politikaların gerisinde bu doktrini görmek mümkündür. 

Monroe Doktrini yalnızca Avrupa ülkelerini hedef alırken, Trump yorumu Batılı olmayan bütün küresel aktörleri de (Rusya, Çin gibi) doktrine dahil ederek, hepsini bir anlamda “arka bahçe” olarak gördüğü Batı Yarımküre’den yasaklıyor. Burada “yarımküre dışından aktörler” tanımı getiriliyor. Açık ifadelerle “bu yarımküreye nüfuz etmelerinin önleneceği” belirtiliyor.

“Ortak çıkarları tehdit eden hedef ve emelleri boşa çıkarmak için ortaklarla birlikte hareket etme” gereği vurgulanıyor.

‘HERKES KENDİ BÖLGESİNDEN SORUMLU OLSUN’ 

Doktrinin genişletilmiş yorumunun yöneldiği ana rakibin Çin Halk Cumhuriyeti olduğuna şüphe yoktur.

YENİ STRATEJİDE BÜTÜN YOLLAR ÇİN HALK CUMHURİYETİ’NE ÇIKIYOR

Stratejide ikinci sırada tanımlanan ulusal çıkar hangisidir? İki alt başlığı var bu çıkar alanının. Birincisi, “Yabancı aktörlerin Amerikan ekonomisine verdikleri süregelen zararı durdurmak ve tersine çevirmek” şeklinde açıklanıyor.

İkinci alt başlıkta ise “Hint-Pasifik" bölgesini özgür ve açık tutmayı, tüm kritik deniz yollarında seyrüsefer özgürlüğünü korumayı ve güvenli, güvenilir tedarik zincirleri ile kritikmalzemelere erişimi sürdürmeyi amaçlıyoruz” deniliyor. 

Burada her iki alt başlıkta da adres tabii ki öncelikle Çin Halk Cumhuriyeti’ne çıkıyor.

Üçüncü sıradaki hedef Avrupalıları ilgilendiriyor: “Avrupa’nın özgürlüğünü ve güvenliğini koruma konusunda müttefiklerimizi desteklemek; aynı zamanda Avrupa’nın uygarlık temelli özgüvenini ve Batılı kimliğini yeniden tesis etmek istiyoruz.”

Dördüncü sırada Orta Doğu geliyor. ABD’nin buradaki temel çıkarı, “bölgenin petrol ve doğal gaz kaynaklarına ve bunların geçtiği stratejik boğazlara düşmanca bir gücün hakim olmasını önlemek” şeklinde tanımlanıyor. Devamında ABD’nin Orta Doğu’da “sonsuz savaşlardan” kaçınacağı yolundaki Başkan Trump’ın klasik söylemi tekrarlanıyor.

Temel ulusal çıkarların beşinci sırasında “ABD teknolojisinin ve ABD standartlarının  -özellikle yapay zeka, biyoteknoloji ve kuantum hesaplama alanlarında-  dünyayı ileriye taşıyan belirleyici güç olması” hedefi yer alıyor.

Bu son hedefte de ABD stratejisinde bir kez daha karşımıza çıkan rakip, bütün bu alanlarda kayda değer sıçramalar yapan Çin Halk Cumhuriyeti’nden başkası değildir.

ÇİN İLE REKABET ABD AÇISINDAN HER ŞEYİN ÜSTÜNE ÇIKIYOR 

Geçen hafta bu belgeyi konu alan birinci yazımızda, yeni stratejinin Avrupa ve Rusya boyutları üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmuştuk. Bu çerçevede Trump yönetiminin Rusya’yı artık bir “tehdit” olarak tanımlamadığını, buna karşılık Avrupa’ya hasmane bir şekilde yaklaştığını yazmıştık. Keza bu strateji ABD ile Avrupa arasındaki transatlantik bağların çözülmesine yol açabileceği için, tetikleyeceği sonuçların Türkiye’nin güvenliğini doğrudan ilgilendirdiğini vurgulamıştık.

Bugünkü yazımızda ise Trump stratejisinin Çin ve Orta Doğu bölümlerine odaklanmak ve aynı zamanda özellikle “bölgesel ittifaklar” meselesine bakışın Amerikan politikasında Türkiye’yenasıl yansıyabileceği sorusunu tartışmak istiyoruz.

Daha önce belirttiğimiz gibi ABD’nin Batı Yarımküre’den sonraki ilgi alanı Çin merkezli olmak üzere Asya’dır. Washington’un Çin’e bakışında ABD’de aslında Barack Obama’nın başkanlığı zamanında başlamış olan ve ardından her yönetim döneminde kademe kademe irtifa kazanan stratejik yönelişin daha da yüksek bir ivme kazandığını görüyoruz. 

BU YÜZYILIN JEOPOLİTİK  ÇEKİŞME ALANI HİNT-PASİFİK  BÖLGESİ

ABD’nin, Hint Okyanusu’ndan Pasifik Okyanusu’na kadar yayılan ve Çin’in başat aktör olarak sivrildiği bu geniş coğrafi alana yönelmesinin pek çok nedeni var. 

Belgede açıklandığı şekliyle, bir kere satın alma gücü paritesi üzerinden dünya gayrisafi milli hasılasının yaklaşık yarısı, nominal değerler üzerinden ise üçte biri bu bölgeden kaynaklanıyor. Metinde “Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinin önümüzdeki yüzyılın temel ekonomik ve jeopolitik çekişme alanı olacağı anlamına geliyor” deniliyor.

Rapor,  ABD’nin stratejik planlamasını Çin ile olan rekabetine göre tanımlayacağını gösteriyor. Dünya ekonomisindeki payını artıran, bilim ve teknolojide birbiri ardına sıçramalar yapan, dev bir askeri güç haline gelen, küresel etkisini giderek genişleten Çin Halk Cumhuriyeti, ABD’nin tedirginlik duyduğu bir rakip halinegelmiştir. 

Metni okuduğumuzda, karşımızda bütün dikkatini Çin’le nasıl başa çıkacağı sorusuna çevirmiş bir ABD beliriyor. 

Belgenin askerî strateji anlamında en kuvvetli vurgularından biri, Çin bağlamında Tayvan’a ve Güney Çin Denizi’nde ticaret yollarının serbestisinin korunmasna yöneliktir.

Sonuçta, bu geniş jeopolitik sahada Çin’in çevrelenmesi anlamında Japonya, Avustralya ve Hindistan başta olmak üzere bütün bölge ülkeleriyle kurulmuş ve kurulacak olan ittifaklar ABD stratejisinde kritik bir önem kazanıyor.

ÇİN’E ODAKLANINCA AVRUPA İKİNCİ PLANA DÜŞÜYOR

Geldiğimiz noktada altını çizmemiz gereken bir husus var. O da, strateji belgesinde Çin’e dönük bu net hedeflere rağmen, yine de bu ülke hakkında çatışmacı bir üsluptan kaçınan, köprüleri atmayan dikkatli bir dilin tercih edilmiş olmasıdır. Avrupa Birliği karşısında sergilenen suçlayıcı ton, yukarıdan bakış, Çin söz konusu olduğunda çok daha ölçülü bir dile doğru evriliyor.  Meseleyi buradan Avrupa’ya ve Türkiye’ye bağlamaya çalışalım. 

ABD’nin stratejik bakışındaki değişikliklerin ana nedeni, belli ölçülerde küresel ölçekteki öncelik kaymasında görülebilir. 

Trump yönetimi, projektörlerini önce Batı Yarımküre’ye, ardından Çin’e çeviriyor. Bu yönelim, belirttiğimiz gibi Başkan Obama’dan bu yana kademe kademe yerleşmekteydi.

Hal böyle olunca, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin ulusal güvenlik bakışının merkezinde yer alan Avrupa’nın Rusya karşısındaki güvenliği ve bunu güvence altına alan transatlantik

bağlar ikinci plana düşüyor. 


Rusya, yeni bakışın uzantısı olarak Çin’in yanında ikincil planda bir güç konumuna geliyor. Bu tabloda, Başkan Trump’ın Avrupalıların sahip oldukları zenginlik ve imkanlarla Rusya karşısında pekala kendi başlarının çaresine bakabileceklerine inanmasının da kayda değer bir payı var. ABD böylelikle enerjisini, dikkatini Çin’e yöneltebilecektir.

Bu okumadan çıkartacağımız en önemli sonuç şudur. Önümüzdeki on yıllarda küresel ölçekteki temel rekabetin ve çekişmenin ABD ile Çin arasında geçeceği bir dünyada yaşayacağız. Dolayısıyla, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu diğer bütün aktörlerin kendilerini bu yeni dünyanın gerçekliğine hazırlamaları gerekiyor.


TÜRKİYE YALNIZCA SURİYE BAĞLAMINDA GEÇİYOR

Şimdi Türkiye’nin durumuna daha yakından bakalım ve şu soruyu yöneltelim: 

Trump’ın güvenlik stratejisinde Türkiye’nin adı geçiyor mu?Türkiye’nin adı yalnızca bir kez, o da Suriye bağlamında geçiyor. Belgenin Orta Doğu’ya ayrılan bölümünde bu konuda şöyle deniliyor:

“Suriye potansiyel bir sorun olmaya devam etmektedir; buna karşılık Amerikan, Arap, İsrail ve Türkiye’nin desteğiyle istikrar kazanabilir ve bölgenin ayrılmaz bir parçası ve olumlu bir aktörü olarak hak ettiği yeri yeniden alabilir.” 

Stratejinin burada getirdiği model üzerinde biraz durmalıyız. Belgede Suriye’nin istikrar kazanması hedefi, ABD’nin yanı sıra kendisine yakın gördüğü bir grup bölgesel aktörün de işbirliğine çekilerek sorumluluk üstlenmeleri şeklinde tarif ediliyor.

Burada somut olarak işaret edilen işbirliği modeli, aslında metnin başka yerlerinde de karşımıza çıkan “bölgesel güç dengeleri” ve “müttefikler-ortaklar” kavramlarıyla da yakından ilişkili görünüyor. Stratejinin bütününe hakim temel bakış, Trump yönetiminin muhtelif bölgesel sorunların çözüme kavuşturulması ve krizlerin idaresinin sorumluluğunu önemli ölçüde bölgesel müttefiklerine bırakma eğilimi şeklinde kendisini gösteriyor. 


BÖLGESEL GÜÇ DENGESİ İÇİN ORTAKLARLA BİRLİKTE HAREKET ETME 

Önce “Bölgesel Güç Dengesi” kavramına, bunun için de stratejinin ana ilkelerinin kavramsal çerçevesinin anlatıldığı bölüme bakalım. Belgede bu başlığın altındaki paragraf “ABD hiçbir devletin çıkarlarımızı tehdit edecek ölçülerde hakim/baskın (dominant) hale gelmesine izin veremez”  diye başlıyor. Ardından “Müttefiklerimiz ve ortaklarımızla birlikte, baskın rakiplerin ortaya çıkmasını önlemek amacıyla küresel ve bölgesel güç dengelerini korumak için çalışacağız” deniliyor. Dikkat çekilebilecek bir nokta, büyük ve orta ölçekteki güçlerin etkisi sınırlandırılırken, bu çabanın “kan ve kaynak israfına girişmek anlamına gelmeyeceği” gibi bir ifadeye yer verilmiş olmasıdır. Daha sonra Bunun gibi Türkiye’yi ilgilendiren bir başka kavramı “Yük Paylaşımı, Yük Kaydırma” başlığı altında görebiliriz. Bu bölümün giriş cümlesi “ABD’nin bir Atlas gibi tüm dünya düzenini omuzlarında yüklendiği günler geride kalmıştırşeklinde kaleme alınmıştır. Daha sonra “Çok sayıdaki müttefikimiz ve ortağımız arasında, kendi bölgeleri için birincil sorumluluğu üstlenmesi ve kolektif savunmamıza çok daha fazla katkı yapması gereken, zengin ve gelişmiş onlarca ülke bulunmaktadır” deniliyor. 

Bu mesaj hem NATO hem de NATO dışında küresel ölçekte daha genel çerçevedeki müttefikler anlamında ifade ediliyor. Bu bağlamda müttefiklerin bölgesel sorumluluk  almalarını ve doğacak külfetin paylaşımını sağlamak amacıyla, ABD’nin kolaylaştırıcı ve destekleyici rol üstleneceği “Yük Paylaşım Ağı”nın kurulması hedefinden söz ediliyor. 


‘HEDEF ODAKLI ORTAKLIKLAR KURALIM’

Ayrıca, ağ kavramının devamında “Hedefe Odaklı Ortaklıklar” (Targeted Partnership) kavramı getiriliyor. Bu model, “fikirdaş müttefikler” arasında ekonomik araçların da bir teşvik unsuru olarak kullanıldığı, uzun vadeli istikrara dönük reformları da şart koşan bir ortaklık şeklinde tarif ediliyor. Stratejiye göre bu ortaklıkların kurulması, ABD’nin, düşmanca ve yıkıcı etkilerle mücadele ederken, geçmişte olduğu gibi “aşırı yayılma ve dağınık odaklanma sorunlarını” bertaraf etmesini sağlayacaktır.

ABD, kendi bölgelerinde güvenlik sorumluluğunu daha fazla üstlenmeye istekli olan ve ihracat kontrollerini de uyumlu hale getiren ülkelere, belli ekonomik teşvikler de vaat ediyor. 

Belgeye göre, bunlar “Ticari konularda daha elverişli muamele, teknoloji paylaşımı ve savunma tedariki gibi alanlarda destek sağlanmasıdır.”

Özetle, Trump yönetiminin getirdiği bu yeni kavramların Türkiye’yi hem ABD ile ilişkileri hem de bölge politikası açısından yakından ilgilendirdiğini kaydetmeliyiz.  


ORTA DOĞU İLE DAHA MEŞGUL BİR TÜRKİYE’YE DOĞRU

Yeni stratejide kayda geçirilen bu bakışta, Trump’ın özellikle Suriye bağlamında yaptığı  ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın burada oynadığı role sıcak bakan açıklamalarının izdüşümlerini de görmek mümkündür. Ancak meseleyi Suriye ölçeğinden daha geniş bir bölgesel çerçevede ele almak durumundayız.

Burada altını çizmemiz gereken temel husus, Trump’ın stratejisindeki bölgesel aktörleri daha fazla sorumluluk almaya teşvik etme yaklaşımının, aslında uzun bir zamandır Ankara’nın da üstlenmek istediği, Suriye’de zaten belli ölçülerde icra ettiği bölgesel rolle yakından örtüşme içinde olmasıdır.

Türkiye, bir süredir “bölgesel sahiplik” başlığını gündeme getirerek, çevresindeki sorunların ve krizlerin çözümünün bölge ülkeleri tarafından yüklenilmesini savunuyor. 

Bu yaklaşım, örneğin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın son zamanlardaki söyleminde oldukça geniş bir yer tutuyor. Fidan, Orta Doğu ülkeleri arasında bölgesel ittifaklar kurulması gerektiğini de savunuyor. Bu açıdan bakıldığında, strateji belgesinde bölgesel aktörlere daha çok sorumluluk bırakma yaklaşımı ile Türkiye’nin zaten Orta Doğu’da aktif rol oynama ve bölgesel sahiplik konusunu ön plana çıkarma yaklaşımlarının büyük  ölçüde  çakıştığını  söylemeliyiz. Bu yönüyle Başkan Trump’ın stratejisini, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin Orta Doğu meseleleriyle çok daha içli dışlı olacağı bir sürece gireceğimizin habercisi olarak da görebiliriz. •


No comments:

Post a Comment